12/30/2008

Amme Hizmeti

O diil de bugün kaç kişiyi güldürdün sevgili okur? İyilik dediğin bence budur. de hele, kaç kişiyi güldürdün bugün?

12/09/2008

Kış Uykusu

o değil de hafız, Diksileman kış uykusuna yatar mı?
duyar gibi oluyorum: " lan yine mi hayvanlar alemi?"
dur ve dinle ey blogger!

tebdil- i mekanda ferahlık arayışlarımın sonucu olarak önümüzdeki 5,5 ay içerisinde düşünsel faaliyetlerimin yoğunluğu bazal seviyede seyredeceğinden, yani bir nevi göçüp, kış uykusuna yatacağımdan dolayı, şu kış uykusu meselesini biraz irdelemek istedim sadece. tamam yaw tamam, söz veriyorum bir daha yazmaya fırsat olursa bahsetmeyecem hayvanlardan. hatta bak sonraki programı yazıyorum ahanda şuraya: "Lamekan elinden: İran ve Danimarka sinemaları ışığında bir kişilik analizi"

aslında şu meseleyi sadece kış uykusuna indirgememek lazım, sonuçta bir de mevsimlik göç diye bir alternatif daha var. Göç ya da kış uykusu olsun her iki durum da hayvanların sorunlarına buldukları birer çözüm olduğuna göre, kış uykusuna yatmaya ya da göçmeye karar veren hayvanların bu kararlarının oluşmasına neden olan fizyolojik ya da psikolojik etmenleri incelemekte fayda görüyorum.

Sonbaharın gelmesi ile bitkilerin yaşamsal etkinliklerini yavaşlatması hayvanların beslenebilmek için gerekli yiyecekleri bulamamalarına yol açar. Yahut, ekonomik krizin yaklaşması ile şirketlerin yaşamsal etkinliklerinin yavaşlaması; çalışanların, iş hayatlarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmeleri için gerekli şartları bulamamalarına yol açar. Güven ortamının kaybolması nedeni ile zaten genlerini aktarmak, sürü içerisindeki konumunu muhafaza etmek, avcılardan saklanmak gibi binbir derdi olan canlı bir de yiyecek sıkıntısına düşer.

efendiiimm, şimdi tam bu noktada mevcut sorunları ile başetmek için hayvanların buldukları çözümlere göre bu canlıları sınıflandırmak istiyorum.

1. yıkılmadım ayaktayım dertlerimle başbaşayım şarkısını şiar edinmiş, ne özgürlüklerinden ne de yerinden yurdundan vazgeçebilen, götlerinin donması köpeklerin maskarası olma pahasına mevcut sorunlardan kaçmayıp bu sorunların üzerine üzerine giden kurt, fare, tilki, tavşan gibi hayvanlar. yahut, mevcut işyerinde mevcut şartlarda çalışmaya devam eden çalışan.
 
2. esareti kabullenip, özgürlüğünü ve asaletini feda edip kışı sıcakta, ahır ya da ev ortamında soba kenarında geçiren, böylece sorunların çözümünü süt, yumurta, et ya da yalakalık karşılığında insanlara devreden inek, koyun, tavuk, kedi v.b. hayvanlar. yahut, baba parasına güvenen, soğuk kışı sıcak ev ortamında geçirenler.

3. sorunları ile yüzleşip, bunlara çözüm bulmaktansa; sorunlarından kaçan, başını alıp diyar diyar gezen göçmen kuşlar. yahut, askerlik de bir çözüm deyip, kendini devletin şefkatli kollarına bırakanlar.

4. "uyku ki her derdin devasıdır taa ki uyanıncaya dek" felsefesi ile hareket edip sorunlarının üstüne yatıp kışı mis gibi uykuda geçiren ayı, yılan v.b. canlılar. yahut, yine bir önceki maddede belirtilen, soğuk kışı devletin sıcak kucağında geçirmeyi tercih edenler.

şimdi soruya geri dönelim: peki hafız Diksileman kış uykusuna yatar mı?
 
sevgili hafız, Diksileman tabiiyatı gereği kış uykusuna yatmamakta, ancak mevcut sorunlara çözüm bulmaktansa sorunlardan bir süreliğine kaçmayı yeğlemektedir. bu göç süresi boyunca zihinsel faaliyetlerinin ise bazal seviyede olduğu tespit edilmiştir. bu durumda kendisini yukarda bahsettiğimiz gruplardan 3. ve 4. grupların kesişim kümesine dahil edebiliriz.

sevgili okur,
allah inandırsın seni, ben bunları yazar iken kış mevsimini tayyareci olarak geçireceğimi öğrenmiş bulundum. lan vallahi kuş muş dedik göç dedik, şansa bak ki tayyareci yaptılar beni. oha lan abdala malum mu oldu ne lan?

demek ki bizim ki kış uykusundan ziyade mevsimlik göç olacak, zaten beyinsel faaliyetler de minumum seviyede olacak diyorduk, ama başımıza başka işler de çıkardık giderayak. işin yoksa kafa yor,
 
yok lan yok diksileman sadece göçüyormuş demek ki.

son olarak, hem neşeli günler filmindeki vecihi, hem de vecihi karekterine ilham kaynağı olan vecihi hürkuş, idolümsünüz şerefsizim.

12/08/2008

Sonbaharda Eceliyle Ölenler

O değil de ölmek ne garip değil mi gençler. Bir anda artık yoksun. Not to be. Kulağa çok saçma geliyor değil mi? Bir gün varsın mesela, uyanıyorsun, yemek falan yiyorsun, gülüp ağlıyorsun, vapura biniyorsun mesela, çay içip tost yiyorsun falan. Ne bileyim işte hayatın bir parçasısın, varsın. Ama sonra, bir gün bir anda yoksun. Dört kollunun içindeki bir et yığınısın sadece. Saçma gelmedi mi? Şöyle devam edelim o zaman, tablonun saçmalığını görmek için. Anneannemin öldüğü güne gidelim. Sonbahar. Eceliyle ölenlerin mevsimi galiba sonbahar. Yani hep öylesi denk geldi bana. Ecel denen bok sonbaharda geliyor İstanbul’a.
(Aslında her mevsim birbirinden farklı tabi ama İstanbul’da sonbaharın ayrı bir garipliği var sanki. Diğer mevsimlerden apayrı bir yerde gibi o. Mesela diğer mevsimlerde olmayan bir depresiflik hasıl oluyor insan evladının üzerine İstanbul sonbaharlarında. Kafa karıştırıcı bir iklimsel ruh hali hakim oluyor üç ay boyunca. Güneş bir sabah kayboluyor ve bir hafta görünmüyor mesela. Bir hafta kirli bir grinin nefes darlığıyla boğuşup yavaştan alışmışken bir gün paltoyu koltuk altına sokturan bir güneş çıkageliyor, tam sakinleşmişken yine ne yapacağını şaşırıyorsun. Bottan rahat bir ayakkabıya dönüyorsun. Ertesi gün palto yerine bir hırka ya da ince bir montla çıkıyorsun dışarı. İki gün sonra sinirin bozuk bir halde o rahat ayakkabılarını kuruması için kaloriferin önüne koyarken buluyorsun kendini, çünkü bir anda gelişiyle, o palto çıkarttıran heybetiyle inandığın, bel bağladığın güneş daha ikinci günün akşamı yerini destursuz bir yağmura bırakıp kaçıyor bir anda ve seni sırılsıklam yalnız(‘sırılsıklam aşık’ gibi düşünün lütfen.) bırakıyor.)
Neyse uzatmayalım. Anneannem iki yıl önce öldü. Sonbahardı yine. Öldü. Cenaze bütün sülaleyi birleştirdi. Anne tarafı ve onların eşleri (benim için enişte, yenge olan zatlar yani) toplandı. Ağlama, ziyaret, defin, helva falan derken mevzu bitti. Bir de kırkında bir tantana, bir ritüel, atraksiyonlar falan... 83 yıl bir anda “format anneanne..” Finito. Ne kaldı geriye kum gibi insan yığınının içinde bir kum kadar ehemmiyeti olan anneannemden? Üç kız, üç erkek çocuk. Hepsi orta yaşı çoktan geçmiş, hepsi psikolojik sorunlarla malul. Başka. Hiç. Sıfır. Garip tahta bir kutunun içinde toprağın altına manasız bir yolculuk. Bir süre sonra mide, bağırsaklar falan patlıyor. Dünyaya bırakılan son ses dalgası (ki temel taşlarıdır hayatın ses dalgaları) da toprağın yalıtıcılığı ile sönümlendikten sonra çürüme ve toprağa karışaraktan yok/tüm olma başlıyor. İşte bütün bunlar garip dostlar. Fena garip. Allah allah. Yani ölmek tek başına garip değil de hayatla birlikte olan bir şey olduğundan garip. Biri mantıklı ise diğeri saçma. Ya yaşanan 83 yıl, ya da bir anda varolma durumunu terk etmek, ikisinden biri anlamsız.
İşte böyle okur. Sonbahar biterken, kendi sonbaharımın temasını sizinle paylaşayım dedim. Ben bu sonbahar çok defa ölümü düşündüm, düşündürttüler. Kim mi? Doktorlar mesela, gribim sanan Serhan’ı öldüren doktorlar, daha annesinin koca göbüşünden çıkamadan nurtopu gibi bir bebeği boğarak öldüren doktorlar, baba yutunu kulak ameliyatına alıp iki kulağını da sağır eden doktorlar. Aman bre deryalar mesela. Tarlabaşı’nın kendi küçük karizması büyük, yakışıklı delikanlısı Ferhat’ın annesinin ölmüyle dünyaya çarpması ve dünyanın umru olmaması mesela. İntiharlar, geriye kalan mektuplar. Kabuslar özellikle. Bitmeyen uyanılamayan, ve teması (ki hiçtir) dışında hiçbir ayrıntısı hatırlanamayan destan niceliğindeki kabuslar.
Metinden çıkarılabilecek tek soru: ölüm buysa gerçek nedir a dostlar? Bunun cevabını verin bana. Verin ki benkeriz dünyaya bırakacak bir iz bulabileyim. Yoksa ben de gidiciyim sanki. Ya da çoktan gitmişim, ne ki ben de hepiniz gibi hiçim. Hiç, yoktan iyi midir acaba gerçekten?

11/20/2008

Bürem'e git!!!

O degil de, 
bir varmış bir yokmuş,
evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde,
develer tellal iken,
pireler berber iken,
ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken,
bir dev bir de cüce varmış. Sonra bu devle cüce bir gün yolda karşılaşmışlar, dev cüceyi yemiş. Kimse de dememiş ona, "hafız manyak mısın, neden yaptın bunu?" diye.

Tabi masal bu ya, olur böyle şeyler. Hem zaten büyük balık da küçük balığı yutmaz mı a dostlar.
Asıl anlatacağım hikaye tabi ki bu değil. Yeniden başlamak gerekirse:

Bir varmış iki yokmuş,
annemin sütü çokmuş,
can kanda kan canda,
babamın saçı yokmuş.
Bir A kişisi ile bir B kişisi varmış. A kişisi bir üçüncü dünya ülkesinde, B kişisi ise amerikada yaşıyormuş. Bir gün B kişisinin canı sıkılmış, gitmiş parasının dörtte biriyle defter, dokuzda biriyle muz, on yedide biriyle prezervatif, sekizde üçüyle bisküvi, yarısıyla da laptop bilgisayar almış. Macintosh hem de.  Doğal olarak bu B kişisi parasının tamamını harcamış bir de gitmiş parasının yaklaşık yüzde otuzu kadar bir miktarı bankadan borç almış. Sonra bir de utanmadan gitmiş, bankadan biraz daha kredi çekip kendine mortgage ile (Türkçesi tutsat) bir Amerikan tipi, bahçeli, verandalı, garajlı, her sabah kapısına gasteci çocuğun gaste attığı bir ev satın almış. Sonra tabi ki borçlarını ödeyememiş, mortgage krizi olmuş, bankalar parasız kalmış, dünya krize girmiş, bankalar batmış, şirketler işçi çıkarmaya başlamışlar. Herkes bu B kişisine kredi veren bankayı suçlamış. “Ulan denyo banka, neden B kişisine kredi verdiniz, suçlu sizsiniz” demişler. Ama aslında bence bankanın suçu yok. B kişisi kendini tüketime vermiş, hiçbir şey üretmeden kendine bir sürü defter, prezervatif, laptop falan almış, bir de utanmadan gidip ev almış, tüketim canavarı olmuş, krize neden olmuş, bir de utanmadan suçu bankaya atmış. Resmen terbiyesizlik değil mi bu? Ondan sonra dânâ kardeşim yuvasız kuş diksıleman misali yuvadan uçup gidiyor. Yazık değil mi ulan?
Tabi bunları böyle yazdım, sen de okudun. Anladın da. Çünkü bu yazıyı ancak aptallar anlayamaz. Aranızda küçük çocuk da olmadığına göre kimse çıkıp da “yazar çıplak” demeyecek nasılsa. Zaten hepiniz “yazardan çok yazarcısınız”. Fakat Barthes kardeşim ne güzel demiş "yazar öldü" diye. Fakat siz, siz terbiyesiz okurlar, “yazar öldü yaşasın yazar” falan da dersiniz. Siz hepiniz sistemin çarkları olmuşsunuz, burjuva, bohem, flaneur sünüz. Hatta planörsünüz. Motorsuz uçaksınız. Hepiniz motoru bozmuşsunuz. Kafadan kontaksınız. Hepiniz büreme gitmelisiniz. Zira ben sizinle uğraşamam işim gücüm var.
Sonra A kişisi de parasının üçte biriyle votka almış, sonra parası bitmiş. Zaten onun parası, kendi parasının üçte biri kadarmış. Votkayı çakmış çakmış, sonrasını hatırlamamış parası nasıl bitti diye. Öyle işte.

Metin ile ilgili çalışmalar:
KELİME BİLGİSİ
Metinde geçen aşağıdaki kelimelerin anlamlarını sözlükten bulup bir cümle içinde kullanınız.
Örn:
Yazar: yazan kişi, şey, makine.  Benim babamın yazar kasası var.
Kelimeler:
Bürem, votka, denyo, mortgage (tutsat)

OKUDUĞUMUZU ANLADIK MI?
1-    Okuduğunuz metinde geçen B kişisinin sevgilisi var mıdır?
2-    Diyelim ki siz bir otobüs şoförüsünüz. Ana duraktan 10 yolcu aldınız. Sonraki durakta 2 yolcu daha aldınız. Sonra ki durakta 15 yolcu daha aldınız. Sonraki durakta 5 yolcu daha aldınız. Sonraki durakta 1 yolcu indi, yanlış otobüse binmiş o, 4 yolcu da bindi. Sonraki durak mecidiyeköy, 50 kişi otobüse ön ve arka kapılardan bindi. Sonraki durakta 1 kişi indi. Arka kapı o denyo kişi inebilsin diye açılınca 15 kişi o inen kişinin yerine otobüse bindi. Sonra siz yeter ulan, akmerkeze gidecekler binmesin dediniz. Kimse sizi siklemedi tabi. Sonraki durakta 2 kişi indi, kimse binmedi. Bu olaya siz de benim kadar şaşırdınız. Bu durumda kim bu Metin denen adam? Metin ile ilgili çalışmalar falan dedik bu kadar. Ne alakası var bu adamın bizimle? Cevaplayınız.
3-    Blogun bir ay hiç güncellenmeyip üç günde bu kadar sık güncellenmesi sizde de şaşkınlık ve yorgunluğa neden oldu mu? Örneklerle açıklayınız. Mesela "işte ben gayet dinçtim sabah, blogu okudum, üstüme bir yorgunluk, bir kırıklık çöktü" falan diyin.
TARTIŞMA KONUSU
Antibiyotik kullanırken alkol alınır mı? Sınıfta iki gruba ayrılıp tartışınız. Her şey serbest, ama belden aşağı vurmayın lan. Çocuğu olmaz maazallah. Kısır kalır. 

GELECEK PROGRAM
İki süper film birden.

11/16/2008

BLOG, BLOG FLUT, BLOK, BÜLÜK

O değil de yine kaybettim sevgili blog. Sen de zaten bunu duymak için varsın. Bugün kötü bi gündü, bunları yazmaya başladığımda vakit dündü. Sen ne işe yararsın ha blog? Dertlerime derman olmazsın yaralarıma merhem bulmazsın, şol tabipten devam sormazsın. Bilirsin seninle taban tabana zıttız. Ama yine de sana yazmama müsaade ediyorsun. Buna katlanamıyorum, tevazu mu bu, büyüklük mü yapıyosun aklınca bana? Seni şikayet edeceğim, kapattıracağım seni, erişimi engelleteceğimm. Bak hâlâ söylemedin bana, bunca zaman oldu, nasıl hikayelerden hoşlanır insanlar? Nerede kaldı büyüklüğün?
       ***
Bir daha yazılmayacak sandım, korktum, elim gitmedi, oldu bir ay. Elim varmadı. Neden yapıyoruz biz bunu dedim, kimseye soramadım. O ara Barthes çıktı, hehe, yazar öldü olum dedi. Gülümseyerek kalakaldım. Yazar öldüyse bizim için yazma zamanı…
       ***
Biz blogu amacına uygun kullanamıyoruz bu aşikar, ama bir gün, mevcudu 60 kişiye ulaşan anadolu ilkokullarından birinde mandolin akordlayarak geçip giden müzik derslerine isyan için “blog flüt” öttürüldü ilk defa. Helvacıoğlu namlı bir aile ihya oldu. Sınıfların tabanlarını kesif bir salya kokusu kapladı. Süper babanın ezgisini çalabilenler mutlu oldu süper babası olanlar değil. Süper baba ezgisine karşı olanlar kısa sürede gitarla zombie oldular. Aslında kimse mutlu değildi.
       ***
İnsan sever sever de, sevdiğinden kaçar mı? O yuvasız kuş olan, benim işte arkadaş, cevgaver. Diksileman o yuvasız kuş. O zaman diksileman da benim. İnsan durup dururken gece gündüz içer mi? Gece gündüz derdimden içiyorum ben jam im. Ne trajedi ne yaman çelişki. Sen kendini yazmaya mı verdin a can. Cemil barışı seviyor, eminim aleksi de, Dânâ da, yutun da, hancı da hamamcı da, e diksileman kış uykusuna mı yatıyor o zaman, ne oluyor?
       ***
Kıssadan hisse: Sen sana ne sanırsan ayyuga da onu san. Dört kitabın manası, budur; eğer var ise.
Gelecek program: neyzen Bâtın efendinin oğlu, sesi güzel kendi güzel Zâhir’in veda sofrasından bir enstantane ve İstanbul nasıl İstanbul oldu? İstanbul İstanbul olalı böyle keder gördü mü?
“Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür” Mevlana
Eleştirmenin notu: yazar bu postta geleneksel blog formunu korumuş klişeleri kullanmaktan çekinmemiş ancak blog yazım gramerinde yarattığı kırılmalarla, Antonionni’nin 1960’da L’Avventura izleyicisinde yarattığı etkiyi, okuyucusu üzerinde yaratmayı hedeflemiştir.

10/16/2008

yoğuşmalı bünye

Ya o değil de insan niye ağlar dostlar? Niye? Cevabı olsa ya bu sorunun. Bir anda niye patlar pınarlar? Buna sebep bulamamaktan daha kötüsü var mıdır? Yorgandan pikeye geçmiş olmak kadar basit midir sebebi? Olamaz. Kabul edemez bunu bu kel kafanın içinde ikamet eden zihinimsi. Çıldırmaz mı bu zihinimsi? Çıldırır Cevat abi.
E tanışma faslı bitti sayılır. Şimdi izninizle ben bu cengaverlik olayına ara vermek niyetindeyim. Çünkü kendi adıma kabullenemeyeceğim çağrışımlarla dolu bir sözcük. Örneğin sözcüğün akla getirdiğinin aksine çevik, atılgan, cesur, tek eliyle masayı kaldırıp atan, diğer eliyle üç ila beş kahpe bizanslıyı devirebilen biri değilim. Hatta bizansın canını yiyim efendiler. Severim bizansı ama konumuz bu değil; konumuz damlalar. Hani sek rakıya damlasa beyaz noktalar halinde asılı kalacak olan tuzlu damlalar var ya, işte onlar konumuz. Onlara sebep bulmak niyetindeyim.
Başka bir deyişle iç döküyorum biraz. Hani içime kaçmıştım ya, oradan sesleniyorum sizlere. Aylar var ki geziyorum içeride. Ne badireler atlattım, ne saçmalıklarla karşılaştım içeride bilemezsiniz dostlar. Mavi puantiyeli elbiseler, iki gözü de mavi ve dolayısıyla iki kulağı da sağır ankara kedileri, dönmeyen elektrik saatleri, Gümüşlük’te bir akşam üzeri esmer bir tenin esmer bir diğer tenle geç de olsa tanışması, Süreyya Piknik Parkı, bir caddenin iki tarafında aynı anda geceyi aydınlatan sigaralar, İzmir’e giden manisa yolunun son dönemecinde tepeden bir anda beliriveren şehir silüeti (ki bunu bir tek İzmir’in kuzeyinde, gönlünde Kızlarağası'nın hayaliyle yaşayan İzmirliler bilir.), ısmarlanamayan biralar, tapılacak burunlar, tapılacak gülüşler.... Zamanla anlatacağım hepsini. Lakin bir tek şu damlaların sebebini bulamadım içeride. Belki de içeride aramamak lazım sebebi. Ben hele bir anlatayım da, takdir sizin olsun, ondan sonra tepe tepe kullanın.
Zannımca dengesiz beslenmeden oluyor ne oluyorsa. Beslenme derken tıkınmayı kastetmiyorum. Zihinimsinin beslenmesinden bahsediyorum. Misal Van, İzmir ve İstanbul gibi birbiriyle herhangi bir ortaklık kurmanın zor olduğu üç farklı şehirden, üç farklı deneyimden beslenmek...
İnsan hayvanının beyni böyle garip birşey baylar bayanlar. Ne kadar çok beslenirse o kadar çok anlatmak istiyor. E bu yutun da içine kaçıp duran bi mahluk. Hem anlatmak isteyip, hem de içeride hapsolunca ne oluyor? Sorarım size ne oluyor? Kilit anları bekliyor anlatmak için. Tanıdık bir kokuyu bekliyor, içten bir gülüşü bekliyor, kendisini yargılamayacak bir merakın mimiklerini aramaya başlıyor. Buldu mu dünyanın en geveze insanına dönüşüveriyor. Konuşuyor da konuşuyor. Susmak bilmiyor. Çocukluğunu, Tuşba’yı anlatıyor, ergenliğini, Symrna’yı anlatıyor, hayallerini ve kaybettiklerinin acısını, İstanbul’u anlatıyor, küçük yutun'u, anne yutun'u (en çok da)baba yutun'u anlatıyor. Dinleyeni ağlatıyor ama umru değil boyuna anlatıyor.
Ama bazen (şu anda olduğu gibi) bunlar yetmiyor. Pınarlar çağıl çağıl akmaya başlıyor bir anda. Durdur durabilirsen. Anlattıkça, güldükçe, kokladıkça, seviştikçe artıyor ağırlık. Yük katarı oluyor sonunda bu yutun. Dünyada küçük de olsa izi kalsın isteyen bu zat-ı keriz, değeri kendinde saklı, ağırlığı son durağa kadar paylaşımdan ırak bir yük katarına dönüşüyor. Sonra bir an yalnızlığı yakalayınca, bu yükün ne olduğunu düşünmeye başlayan keriz işin içinden çıkamayıp gözlerinden akanlarla bünyesini yıkamaktan başka çare bulamıyor.
Bu benim teorim, emin de değilim hani. Başkadır belki sebep. Belki psikanalitik bir yorum getirilebir, terimlerle bezeli. Ya da belki hayallerle ilgilidir, hep o hayallerle ilgisiz yollara sapmış olmakla ilgilidir. Geç kalma, yetişememe paranoyasıyla ilgilidir. Geçen zamana deneyim olarak değil zaman kaybı olarak bakmaktan kendini alamamakla ilgilidir.... ilgilidir de ilgilidir. Belki de artık hiç bir yere ‘evim’ diyememekle ilgilidir. Evet evet. Bu da olabilir. Ama bunu da başka yazıya anlatırım artık. ‘Taşınma öyküleri’ mesela, nasıl olur? İster misin ey okur?

10/08/2008

Kitâbü'l-Hayevân'dan bir mahluk: Diksıleman


o değil de,
"nerde kalmıştık...
soyunmaya başladı duuur dedim
gittim yanına düğmelerini pıt pıt pıt..."
Hay allah, yine karıştı herşey birbirine. “Gemide” değil handa kalmıştık. Olsun,"bir memleket gibi ise gemi", Han da öyledir. Eksik kalır ne tarafı var gemiden.
Neyseee efendim nerede kalmıştık, bir handa masa başında kalmıştık. Dört yiğit bir masaya dayanmış, kimi şaraba kimi tütüne abanmış. Şarap göstermeden tesirini, bitireyim bari şu işi. Nasıl ki Diksıleman önce bir kaç kanat çırpar sonra irtifa kaybedip süzülür, ama tekrar kanat çırpıp durumu toparlarsa ben de toparlayayım şu anlattıklarımı.
Ey cengaverler, yine bir gün bir can sıkıntısı aldı içimi. Vurdum kendimi dağa bayıra. Az bir yol gitmiştim ki rastladım bir mahluka, yanımdan uçup gidiyordu ki takıldım peşine , az biraz kovaladıktan sonra izini kaybetmiştim ki rastladım bir emmiye. Dedim, "emmi gördün mü şu yanından uçup giden kuşu, peşinden koştum da indim şu yokuşu."
-Yegen, sana iki söz söyleyeyim, hele bir soluklan.
"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar / Viranede bûm olmağıla gene bulunmaz".
Ben de dedim ki: “Dayı sen diyorsun allah aşkına, bulamam mı diyorsun, şunu açık konuşalım”.
-"Ey nâme sen ol mâhlikâdan mı gelirsin / Ey hüdhüd-i ümmîd Sabâ'dan mı gelirsin"
Dedi, bizim dayı bu defa da ve sözünü şöyle tamamladı: “Ben demedim, ilkini Nedim diğerini de Nabi söyledi. İçinde Hüdhüd falan geçiyor ama geriye kalandan valla ben de pek birşey anlamadım ki.”
Baktım dayı çok uzattı, dedim sadete gel sadete. Ne dersiniz siz yanından uçup gidene.
- O değil de yegenim, vallahi zoruma gitti şu divana kurulmuş Nedimlerin, Nabilerin Arapça hayranlığı. Onlar Hüdhüd demiş, ama velakin Türkçesini sorarsan kimi çavuşkuşu der kimi taraklı, turakçın; kimi de ibibik, ibikli der bizim buralarda. Herkes hayran kalmış belli ki kafasındaki taçına. Gerçi tacı da yabana atmamak lazım, o taç ki hakikat taçıdır. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara çavuşkuşu kılavuzluk eder ve onları Kafdağı'ndaki sîmurga ulaştırır. O günden beridir de kafasında Simurg’un hediyesi hakikat tacını taşır. Bak son lafı da Gül Şehri’den söyleyeyim:
"Hüdhüd ü kuşlar u sîmurga misâl / Akl u halk u Tanrı oldu zül-celâl".
"Emmi sağolasın, kafasına budaklı meşe odunu yiyen Budha bile aydınlanmadı benim kadar" dedikten sonra, bizim emminin yanından ayrıldım. Peşinden gitmeye devam ettim kuşun vara vara vardım Siverek’in hanına diyecektim ki varmışım Atina yakınlarında Colonus hanına. Oturdum boş bir masaya, hancıya seslendim: Hancı şarap getir! Bir de dedim ki: çok uzaklardan, şu kuşun peşine takılıp geldim, şunu yakala bana pişir getir. «Malı haramdır amma bunun kanı helâldır» deyip hallettim işi.
Hancı şarabı getirdi, yanında bir de bir kitap getirdi. Yan masadan gönderdiler deyip geri çekildi. Kafamı yan masaya doğru çevirdim, bir de kimi göreyim, o trajedi senin bu trajedi benim ızdıraptan ızdıraba at koşturan Sophocles. Ben ise alışmışım yan masadan gelen alevli meyvaya, neyse yemeği beklerken başladım önümdekini okumaya.
Yok efendim, Atina kralı Pandion’un Prokne ile Philomela adında iki kızı varmış da, bunlardan Prokne Trakya Tereus’la evliymiş ve İtys adlı bir oğulları vamış da. Tereus denen teres Philomela ile sevişmiş ve olup biteni kız kardeşine anlatmasın diye Philomela’nın dilini koparmış da. İki kız kardeş İtys’i kesip babasına yedirmekle öç almışlar da. Tanrılar da Prokne’yi bülbül, Philomela’yı kırlangıç, Tereus’u da Upupa epops kuşuna dönüştürmüşler de… Yok daha neler neler…
Arkama dönüp adama seslendim: “hafız ne bu Upupa epops dediğin?” O sırada hancı önüme tabağı bıraktı,
- Tanıştırayım: Upupa epops olur kendileri. Gördüğün kuşun sesini duymadın mı hiç, bilmez misin çıkardığı sesten adının türediğini?
-Yine mi acı, hüsran ve gözyaşı ulan!!! Yeter be hep dram hep dram.
Adamda iştah mı kalır, Sophocles akıllı olsun deyip tehtidler savurarak aç karına masadan kalktım.
Bu trajedinin hüznü ile yüzümü döndüm batan güneşe. Bende yalan hilaf yok, iki gün üç gece yol yürüdüm. 3. Günün sabahı bir gürültü ile uyandım. Baktım 5-10 velet kovalıyor peşinden günlerce koştuğum kuşu. Ne yapıyorsunuz ulan, karışmayın hayvana deyip ikisinin kulağına asıldım. Sordum nedir bu kovaladığınız. "Hoop poo" dedi ingiliz olanı, "huppe" diye cevap verdi Fransız olanı. Baktım ki diğerleri de başka birşeyler diyecek , ama hepsi de hayvanın sesini taklit edecek, "ne yapacaktınız lan kuşu" diye sordum.
- Etinden ve kanından büyü yapacak bizim papaz, çıktığımız seferden muzaffer dönelim diye.
Dediler bir ağızdan tüm çoçuklar.
Nerede şu sizin papaz, ne seferidir bu bahsettiğin diye soracaktım ki , çıkan toz bulutuna gözüm takıldı. Önce önümden zırh kuşanmış atlılar geçti, ardındansa din adamları, kılıç kuşanmış savaşçılar, en arkada ise çekirge sürüsü gibi bir güruh. Takıldım peşlerine, Atladım Cenova’dan gemiye, Filistin’de indim limana. Hey gidi günler hey, Selahaddin var bir de o zamanlar (salah sadece dine mi be salahad-din?), Arslan Yürekli Richard’ın yüreği Diksileman yüreği kadar ufak kalır yanında, en az 5 okka 10 dirhem. Neyse baktım ortam karışık, kim vurduya gitmeyelim dedim bu ortamda, aldım yatırdım içerilere doğru. Bir ara kafayı kaldırdım baktım bir kuş sürüsü çevirmiş yönünü güneye, dedim hafız bunlar da mı çıktı acaba bir sefere. Yanımdan geçen birader soruyu üstüne alındı, verdi hemen cevabı:
- Yok hocam, bunlara dûkifat derler, ağzımın suyu akar bunları görünce, ama gel gör ki Tevrat’da bahsi geçer eti yenilmeyen kuşlar listesinde. Burdan kalkıp sıcak diyarlara göçerler. Hafız, buralardan Yakuplar, İshaklar, Musalar, Davutlar, Süleymanlar ne hükümdarlar, peygamberler gelip konup sonra da göçtü, bunlar neden göçmesin haa?
Dedim, birader haklısın, kimin eli kimin cebinde belli değil bu topraklarda, şunların peşinden ben de göçeyim.
Bağırdı adam arkamdan:
- Yaban horozu demişler buna, acaba tadı da benzer mi horoza?
İştahımı kaçıran Sophocles’e bastım küfürü, adama cevap vermedim, kuşların peşinden indim ben de güneye. Peşlerinden epey gitmişim, bir de baktım çöle düşmüşüm, dilim damağıma yapışmış. Ama baktım ki kuşların peşinden koşan tek ben değilmişim. Karşıdan geliyor adamın biri beyazlar içinde. Kulak verdim adamın sesine:
-Ey Ebü’l-ah-bâr, ey ebü'r-rebî', ey ebû ibâd, ey ebû seccâd, dur gitme!
Sordum, hacı ibad ne seccad kim? O değil de içecek iki damla suyun var mı?
Hacı ters ters bakıp cevap verdi:
- Ulan teres, suyu kim kaybetmiş de ben bulayım. Görmüyor musun etmediğim yalakalık kalmadı şu tepesi kalkık ibnelere.
Dedim, Hacı susuzluk kafana mı vurdu, şu kuş mu bulacak çöl ortasında sana suyu?
- Sus be zındık, tanımaz mısın sen Hüdhüd’ü, belli ki okumamışsın İslam literatürünü. Su da bulur, yeri gelir Belkıs gibi manita da.
Nasıl oluyor o iş diye sormama gerek kalmadan bizim hacı başlattı anlatmaya:
- Kurân’da bile bahsi geçer Hüdhüd’ün. Misal, şöyle bir hikaye anlatılır bir yerinde. Kuş dilinin bilen; cinler, insanlar ve kuşlara hükmeden ve onlardan müteşekkil orduları bulunan hazreti Süleyman, yine bir gün sefere çıkar. Bu arada orduda su sıkıntısı baş gösterir. Toprağın altındaki suyu görebilme gücüne sahip olan, bu sebeple de Süleyman'a su bulmada rehberlik eden hüdhüd aranır, fakat bulunamaz. Süleyman, sebebini sorarak eğer mazereti varsa bunu ispat etmesini, yoksa canını yakacağını veya kafasını koparacağını belirtir. Çok geçmeden hüdhüd gelip Hz. Süleyman'a onun bilmediği Saba ülkesinden haber getirdiğini, bu ülkeyi güzeller güzeli bir hatunun yönettiğini bildirir. Bunun üzerine Hz. Süleyman hüdhüde bu hatunla arasını yapmasını söyler. Hüdhüd sayesinde görücü usulü ile efsanevi Süleyman- Belkıs aşkı doğar.
- Yaa gördün mü dostum değil sadece suyu bulan, görücü usulü evliliği de bulan Hüdhüd’dür. Haa Süleyman da epilasyonu icat etmiş ama susuzluktan dilim damağım kurudu, onu da bilahare anlatırım.
Dedim hacı, ya bırak allahını seversen, bırak beni, seni hatta ve hatta Süleyman’ı , anasına babasına bile hayır gelmez. Kalk gidelim akbabalar tepemize binmeden.
- Dostum bilir misin neden kafasında taşır o tepeliği şu sâhib-i külah? Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılmış şu bizim Hüdhüd, ve öyle vefalıdır ki eşi ölünce yeni bir eş bile aramaz. Bana da olur herhal bir faydası yeter ki göstersin şu yerin altındaki suyu.
Dedi, ve kuşların uçup gittiği yöne doğru gözden ırayıp yitip gitti şu bizim bahtsız bedeviden bile bahtsız.
Ulan böyle aç susuz ne işim var bu uzak diyarlarda, yeter bana bu kadar macera dedim ve koyuldum evimin yolunu aramaya. 5 gün 5 gece yol gittim, 6. günün sabahı bir ademe denk geldim. O sormadan ben anlattım başımdan geçenleri.
- Ağa sana yol gösteren yolu yanlış göstermiş, göndere göndere Pers diyarına göndermiş. Ama madem taa kalkıp buralara kadar geldin şu pûpenin peşinden ben de sana bir hikaye anlatayım da tam olsun. Sanma ki çıkardığı sese aldanıp sadece pûpe deriz. Bir efsaneye göre pûpe evli bir kadındır. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına girer. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olur ve uçar, tarağı da başında kalır. Bundan dolayı pûpenin Farsça'daki bir adı da "şâne-ser"dir (tarak başlı).(O değil de, 1786 senesinde Nazmiye ilçesinde, babasının evine geri dönen gelinini geri almak için Zeynel Ağa gelinin ailesinin evini basar. Gelini ile beraber evden gelinin, yörenin önde gelen beylerinden birinin oğluna nişanlanmış olan kızkardeşini de zorla çıkarır. Zeynel Ağa kaçan gelini hemen oracıkta öldürür ve nişanlı kızı da adamlarından Şane-zer'e teslim eder. Şane-zer oyun da olsa olsa bir piyondur, ancak bir hamlesi Şahı ve tüm mahiyetini oyun tahtasının bir köşesinden öbür köşesine göçmeye zorlamıştı. Konar- göçer ruh halimin oluşumunda emeği geçen Şane-zer'i bu noktada yad etmek istedim)
Yüküm baktım ki boyumu aştı, tekrar yola koyuldum. Nihayetinde gece yattığım yerde sabah uyandım. Baktım hemen rüya tabirlerine. Rüyada Diksıleman görmek sıkıntıdan kurtulmak, suya kavuşmak, uzaktan haber almak şeklinde yorumlanmış. Yüreğime su serpti okuduklarım, bir rahat nefes aldım.
Efendiiimmm, derler ki şu kürre-i arzda kuşların diline vakıf olmuş bir Süleyman peygamber vardır bir de Faqiye teyran. Bir de Diksileman’ın (Süleymanın Horozu) tarihi misyonuna vakıf olmuş Zazalar vardır. Ben ki 7 diyarı bir kuşun peşinden baştan başa dolaştım ve yine döndüm köklerimin üstüne ulaştım, gördüm ki herkes vurulmuş ya sesine ya da görünüşüne. Bu kuşun medeniyete yaptığı katkıyı kurban etmek kuşun sesine ya da görünüşüne, sığar mı mertliğe? Peki bu mahluk o kadar çalışmış çabalamış, Süleyman’a Belkıs’ı ayartmış, Süleyman’ın hayvanlar aleminde menajerliğini üstlenmiş, Süleyman bu derece nam salmış da bu kuş neden böyle geride kalmış? Hiç mi emeği yok, onun da hakkı değil mi nasiplenmek Süleyman’ın namından?

9/27/2008

Anarşik Huzursuzluk

Doğrudur efendim. Doğrudur, evet. Masa başına toplanmış dört kişi bir handa oturur durur bu hikâyede. Hancı vardır bir de yan rolde. Bir de kadın vardır. İsmi geçer yalnızca. Kim bilir, belki de filmin bütçesi kadın oyuncu bulabilecek kadar büyük değildir. Kim bilir, belki de hancının kızı yoktur. Kim bilir, belki de hancının kızı başka bir delikanlıya kaçmıştır. Ben bilmem.
Bu kadın ki, masadaki herkesin gözüne ayrı görünür, ama aslında daha kimseye görünmemiştir. Bir hayaldir. Aranır durur. Herkes kendisi arar, kendi kendine. Belki de bu nedenledir ki aleksi kişisi havadan zembille inecek bir kadın fikrine karşı çıkar ve bu nedenledir ki aşağıdaki sözü söyler:
***
—Kadın kalsın sen şarabı getir!
Huzursuz cengâver etrafına bakınır durur. Ne düşündüğünü bir kendi bilir. Diğerleri konuşurlar. Anlatır kır saçlı olanı. Hikâyesi bitmez. Bingöl dağlarının aslında Bingöl de olmamasından başlar, hikâyeyi Köroğlu’na Bolu Beyi’ne bağlar. Oturur aleksi. Çevresine bakar. Huzursuzdur aleksi. Bazı şeyler hoşuna gitmez. Sürekli düzeltir. Upupa Epops a ibibik denmesinden hazzetmez. Akademiktir. Referans ister. Yutun’a bayılır. Beyoğlu’na da gider, balık pazarına da gider. Ama Degüstasyon’a gitmez. Onun yerine Fransızca anlamını anlatır. Huzursuzdur aleksi kişisi.
***
Evet, bu bir yolculuktur ve burası bir handır. Handır han olmasına ama burayı Bolu Gerede çıkışından sonra beşinci kilometredeki Köroğlu dinlenme tesisleriyle karıştırma. Burada Köroğlu vardır. Doğrudur. Bolu beyi de vardır. Doğrudur. Ama burası dinlenme tesisi değildir. Bu handa dinlenmezsin. Dinlersin. Biz anlatırız. Sen dinlersin.
***
Masa başında oturan bu dört cengaver buraya hikaye anlatmaya gelmiştir. Bu hikâyeler dört hatta belki dokuz farklı varoluş biçimiyle anlatılabilinir ama kadınca olanı anlatılamaz. Dokuz farklı mutsuzluk tanımlanabilinir ama hiçbiri kadınca olamaz. Bu mutsuzluklar kadınlarla ilgili olabilir ve işte bu yüzdendir ki masada bir kadın yoktur. Bir kadının yanında anlatılamaz bu mutsuzluk. Aleksi bey huzursuz olur. Konuşamaz. Anlatamaz.
***
Doğrudur efendim. Doğrudur, evet. İnsanlar ikiye ayrılır. (Erdem, Reha; Korkuyorum Anne). Dinleyenler ve anlatanlar. Dinleyenler otobüste uyumayı bilirler. Anlatanlar ise otobüste uyuyamazlar.
Otobüsler de ikiye ayrılır. Rahat otobüsler ve rahat olmayan otobüsler. İşte burada matematik kuralları gereği insanlar dörde ayrılır. Rahat olsun veya olmasın, otobüslerde uyuyamayan insanlar; rahat otobüslerde uyuyabilen ama rahat olmayan otobüslerde uyuyamayan insanlar, rahat olmayan otobüslerde uyuyabilen ama rahat olan otobüslerde uyuyamayan insanlar (ki şüphe ederim bunların insanlıklarından) ve rahat olsun veya olmasın, otobüslerde uyuyabilen insanlar. Fakat rahat olsun veya olmasın bu otobüs bir yolculuk yapar ve içindeki yolcular bir yerden bir yere gider. Kalkış noktası ve varış noktası bellidir. Her şey yerli yerindedir.
***
Handa oturan cengâverler de bir yolculuktadır. Ama bu yolculuğun kalkış noktası ve varış noktası belli değildir. Huzursuz aleksi kişisi yüzünü batıya çevirmiştir. Güneşin batışına âşıktır belki, kim bilir. Kır saçlı dâna yüzünü doğuya çevirmiştir, güneşin doğuşuna âşıktır belki, kim bilir. Bıyıklı cemil bey yüzünü sağa sola çevirir durur, güzel bir kadın görmüştür belki, kim bilir. Az saşlı yutun bey yüzünü aşağı çevirmiştir, alçakgönüllüdür belki, kim bilir.
Ben bilmem. Bilinen bir şey vardır ki, o da bu insanların her bir ayrı yerlere giderken beraber yolculuk ederler. O yüzden bir yere gitmezler. Döner dururlar durdukları yerde.
***
Aslında mutlu değilim. Fakat bunu söylememi yasakladılar. Asıl mesele de bu ya. Yasak olunca daha bir tatlı oluyor sanki bunu söylemek. Anarşik ruhuma ilaç gibi geliyor bu yasağı delmek. İçime kaçmaktan kurtarıyor beni. Evet. Doğrudur evet. Aslında mutlu değilim ve bunu yasak olmasına rağmen söylüyorum.
***
Aleksi kişisi bu düşünceler içindeyken irkilir. Kendine gelir. Dânâ kişisi bir şeyler anlatmaktadır. Bi susun bakalım da ne anlatacak.

P or ~P

O değil de, madem metaforik de olsa mütemadiyen sürecek olan ifşa maiyetinde bir paylaşımın eşiğindeyiz, ben bu yolculuğun keli korkutan, korkudan sıçırttıran bir olası sonucuna parmak basayım diyorum. İçe kaçma korkusu.
Efendim şöyle izah edeyim durumu: İnsanlar ikiye ayrılır bence, (bkz Erdem, Reha Korkuyorum Anne) otobüste uyuyabilenler ve otobüste uyuyamayanlar. Ben ikinci gruptayım ve birinci gruptakilere inceden uyuz olduğumu belirtmem gerek. Çünkü çilemiz büyük. Hele bir de pencere kenarında oturma takıntınız varsa iyice sıçtınız demektir. Çünkü yanınızdaki fosur fosur uyurken onu kıskanmanız ve yol boyunca sırf bunun sinirinden uykunuzun zaten on kere daha kaçması bir yana, bir de bu uyuyan zat, horlar, elini kolunu başını bacağını senin üzerine atar. Hayır sen de uyusan sarmaş dolaş yolun nasıl geçtiğini anlamayacaksın ama gözler faltaşı gibi, kulakta musiki, yanında bir kişinin zor sığdığı otobüs koltuğunda yuvarlanarak uyuma edimini (ki ikiz yatak fenomeninin temel taşıdır.) gerçekleştirmeye çalışan bir beşer... Mola yerinde de uyanmak bilmez bu beşerlerin bir kısmı. Uyku tutmayan bir insan olarak inip sigara içmek (ki bu da uyuyamayanın bir paradoksudur, çünkü sigaranın yanında illaki bir de çay içer. Gecenin 4ünde mola yerinde çaya sigaraya abanan biri iflah olur mu a dostlar. Olmaz alexander, ayran içceksin, yanlış yapıyosun.), bacaklarını açmak, işemek, dolaşmak, aynı otobüsü ve aynı koca geceyi paylaştığın güzel kadınları kah ayran sırasında kah sigara tüttürürken izlemek istersin, yapamazsın. O sırada dışarıda olsan bir çırpıda geçiverecek olan 30 dakikalık mola, bitmek bilmez. Artık tek yapabileceğin beklemektir. Evet, bu sıkıcı 30 dakikanın sonlarına doğru çok kısa olsa da bir meşgale geçer eline; insanlar yavaş yavaş otobüse dönmeye başlarlar ve bu insanların bir kısmı da tabi ki az önce bahsi geçen güzel kadınlardır. Koltuk numaralarını tespit etmeye çalışırsın bu şahane-i beşerlerin. Uyuyamayanın cinsiyeti ve cinsel tercihine bağlı olarak bu şahane-i beşerler de çeşitlilik gösterir tabi (ki Kant da ne demişti, we impose order upon world. Diil mi a dostlar? ki bu durumda “beşer şaşar” önermesi de geçerliliğini yitirir gibi olmuyor mu? Varsın yitirsin. [bkz. Paranteze hapsolmak]) ve dahi bu meşgale ‘şahane/koltuk sayısı’ oranına bağlı olsa da en fazla 5 dakika oyalar sizi. Sonra ışıklar söner, kulağında kimbilir kaçıncı parça çalmaktadır. Sonra da...
Sonra yolculuğun korku dolu dakikaları başlar dostlar. Evet aniden başlar. Molada ayranını içmişlerin horultuları gökkubbeyi sardıkça, sen koparsın o kubbenin gerçekliğinden. Hafiften motor sesi, ağırdan insan nefesi, mp3çalardan musiki sesi... Başka hiçbir uyaran kalmaz etrafında. Ve evet dostlar o anda içine kaçarsın. Evet evet kendi içine.
İşte bu dört cengaverden (diğer cengaverler ‘az saşlı’ diyerek kibarlık etseler de aslında) kel olanı içine kaçmıştır. Yolculuklar onu hep içine kaçırtmıştır. Çaresiz gezer durur içerde. Bir geçmişe uğrar, bir geleceğe. Ve bu içerdeki yolculuğun hızı, dışardakinin hızından kat be kat fazladır. O kadar hızlıdır ki, sinir sisteminin kontrolünden bile çıkar bi yerden sonra. O yerden sonra kaslar gerekli tepkileri veremez olur. O yerden sonra cengaver artık mimiksizdir. O yerden sonra dışarıdakiler, içeridekileri göremez olur.
İşte durum az çok böyle. Bilirim biraz havada kaldı ‘içe kaçma’ mevzu. Lakin herşeyi yere indirmek olmaz ilk yazılarda. Zamanla dostlar, zamanla...

Kitâbü'l-Hayevân'dan bir mahluk: Diksıleman

-Hancı bize şarap ve kadın getir!
Dedi, kara kuru, saçı da hafifçe kır olan. Süleymanın horozu gibi çıktı sesi. Karalardandı zahir, yalan yok. Dânâ diye anılırdı adı masada.

- Kadın kalsın sen şarabı getir!

Dedi, huzursuzlukla etrafı izleyen cengaver. Soğuk bir kış günü zemheri ayazında doğmuş, 3 gün 2 gece meme emmiş, sonra 3 günlükken at binmişti; 4 günlükken kılıç kuşanmış. 5 günlükken ok atmış, 6 günlükken ava gitmiş, 7 günlükken avdan dönmüştü. Rüştünü ıspatlayınca Dedem Korkut çağrılmış, soy soylanmış, boy boylanmış, adın Bamsı Beyrek olsun denmişti. Ama cengaver müdahale edip: “müdür naaptın, orijinal ol biraz, herkese mi Bamsı Beyrek diyon, naapıyon” demiş. Amcası bu sırada araya girip bu çocuğun adı Alexi olsun demişti.

Adaşı Alexander the Great gibi kısa bir ömür yaşamaktan korkardı her zaman, bu yüzden at sırtından inip, kılıçını kınına koyup pasifist olmaya karar vermişti. Yağlı yemez; şeker, un, tuz tüketmez, tütün çiğnemez ve bir de kadınlardan uzak dururdu.

- Sen de 300 ben diyeyim 500 yıl yaşadı Süleyman peygamber, bu uzun ömrün sırrı Belkıs gibi bir kadının Süleyman'ın hayatındaki varlığıydı elbet.

Dedi, Cemil nam yiğit, bir yandan da bıyıklarını burarken.

- O değil de hafız, Süleyman deyince bak aklıma ne geldi.

Dedi, masadakilerden bezgin bezgin oturanı.Ve sözüne şöyle devam etti:

“ Bir eşek var idi za’if ü nizar ,
Yük elinden katı şikeste vü zar”

Sonra durdu ve toparladı işi, bu hayvan ilkin onun aklına değil Şeyhi’nin aklına gelmiş idi. Şeyhi gibi padişahın hediye olarak verdiği tımar için dayak da yememişti ki köylüden oturup yazsın öküze özenen eşeği.

- Durun be teresler kafam karıştı benim aklıma gelen eşek değil bir kuş idi: ne zayıf ne nizar ne de azman, Süleyman’dan aklıma geldi Diksıleman.

- Ben ki envai çeşit insan bir o kadar da lisan bilirim, hiçbirinde duymadım adı böyle olan bir hayvan.

Dedi, bunca dil öğrenmesi için Büyük İskender’in takip ettiği rotanın aksi istikamette sürekli yol alan Aleksi.

- Bende yalan, hilaf yok .

Dedi, adı dana değil de Dânâ olanı, kendisine dana diyene atası Öküz’e olan saygısından dolayı laf etmeyeni.

- Gezdim Acem elinden tut Arabistan’ı, Yemen’i, Kaf dağından tut da Çin u Maçin’i; kaybolduğumda Uzun İhsan Efendi’nin Puslu Kıtalar Atlası’dan çıkarıp yolumu, kattetdim bir baştan bir başa tüm kürre-i arzı.

Tam o sırada araya girip hadi oradan sen mi gezdin be bezgin herif diyecekti ki- masadakilerden yaşadığı topraklardan çok çok ötesine ruhu ait olanı- Uzun İhsan Efendiyi duyunca amenna deyip tuttu dilini.

- Evet ben ki gezdim baştan başa tüm cihanı, ben de rastlamadım başka yerde ismin böylesine

- Hafız Süleyman ile ne alakası var şimdi bunun, ben anlamadım.

Dedi, şarabı beklerken masayı davul gibi tokatlayan, az saşlı, kızıl sakallı olan, taşı sıksa suyunu belki çıkartamayacak ama taşı iki düm bir tek ile yerinden kaldırıp oynatacak maharete sahip olanı.

-Be teresler ötüp durmayın yuvada yiyecek bekleyen yavru Diksıleman gibi, susun da hele bir dinleyin sabırla.

Dedi, Karalardan olanı. Kimseye bir daha fırsat vermeden aldı eline sazını, yad etti atası , değil yalnızca Diksıleman’ın tüm kuşların hikayesini ve dilini bilen Feqiye Teyran’ı.

- Diksıleman’ın birebir çevirisi Süleyman’ın Horozu’dur, tabii ki mevzubahis olan Süleyman, babası gibi peygamber olan Süleymandır. Diksıleman ise tepesinde taçı olan ince ve uzun bir gagaya sahip, Kanatlan ve kuyruğu siyah beyaz alacalı, gövdesi ise pembeye çalan açık kahverengi olan bir mahluktur.

- Hafız bu bildiğin İbibik yahu.

Dedi, masadakilerden az saşlı olanı, belli ki kıskanıyordu kendi kafasında az olup da kuşun kafasında bolca olan tüyleri.

- Yok Hafız bu Hüt Hüt.

Dedi, Hüt Hüt’ün sesinin güzelliğini kıskanan, bırak Araftakileri handaki cengaverleri bile yerinden kaldırıp masada oynatacak bir sese sahip olanı.

- Hafız Upupa Epops yahu bu.

Dedi, akademik bir dilden taviz vermeyen, yuttuğu medrese tozundan sesi zor duyulan Aleksi.

- Siz de düştünüz aynı hataya, soyutladınız zavallı kuşu binlerce yıllık geçmişinden, kiminiz görünüşüne aldandı kiminiz sesine. Ama kazın ayağı öyle değil be hafızlar, dinleyin anlatayım size şu mahlukatın hikayesini…

Devam edecek…

9/23/2008

başlık

-Hancı bize şarap ve kadın getir!

Dedi, kara kuru, saçı da hafifçe kır olan. Süleymanın horozu gibi çıktı sesi. Karalardandı zahir, yalan yok. Dânâ diye bilinir; bilir, bildiğini çoğundan gizlerdi.

-Ne yapıcan şimdi şarabı.

Diye karşı çıktı bıyıklı olan, bıyığından ötürü benzetecek çok adam var ya cemil diye bilinir. Tembellikten mi bilinmez şarap içmeye de mi üşenmiştir yoksa şarabın yanında gelecek kadın mı korkutmuştur onu, yine bilinmez, bu karşı çıkışın sebebini kim bilir?

Bira ve çerez veya patates veya sigara böreği geçiyordu belki de yalnız aklından. Bizimle burada olmayan ama adı sıkça duyulacak olan, saşlı diye bilinir, burada olsa dedi içinden, ne biraya gelir ne şaraba, ne balık pazarına gelir, degüstasyona hiç gelmez.

***

Zamanın hızla geçtiği malum. Başka bir malum olan âhir zaman. Âhir olması gerektiriyor hızla geçmesini. Haftalar oldu yazılamadı bu yazı aklımda bir şeyler var, otursam başına yazıcam ya nedense başlayamadım. Sıkıştırdılar da halbuki, yaz hadi dediler. Bak bugüneymiş kısmet. Ne kadar hesap ne kadar plan hepsi yalan işte. Nerden aklımıza geldi bilmiyorum herşey başladıktan 25 yıl sonra, mazide tamamlanmamış ödev kalmasın diye heralde.

***

Hancı masanın üstüne biraları koydu, çerezi koydu, istenmediği halde şarabı koydu, kadehleri koydu, gülümseyişini koydu, haşlanmış yumurta, ekmek, karabiber ve tarçını koydu, masa da masaymış; bana mısın demedi, hancı koydukça koyuyordu. 4 silahşör gibi dizilmiş, muratları lafın buraya gelişinden belli, ikisinin nâmı henüz geçmemiş, bu 4 cengaverin az saşlı, keçi sakallı, en merhametli, sarı bıyıklı olanı, nâmını kendi versin, kalan cengaver ise aleksi diye bilinir. Aleksi bey huzursuz etrafı izlemektedir.

***

İyi mi ettik kötü mü bilinmez. Tanıttık ya size masanın başındakileri, çok mu söyledik, sırları ifşa mı ettik bilinmez. Doğruluk yeminimiz yok, kim bilir. Belki hiçbiri anlatıldığı gibi değil ve daha da vahimi belki hiçbiri kendinde değil.

***

Bi şey yapmalı! Kimse artık 16’sında değil, yolun ortası kayıp, insanım dersin, kanıt beklenir. Mevzu derin: varoluş, mutsuzluk ve müzik. Masanın başında edilen ilk söz gerdi biraz ortamı. Kötü bir şakaydı zahir, o kötü şakadan da çok hikaye çıkar. Kadınsız bir masaydı bu, 4 farklı hatta iyi bilinen başkalarıyla belki 9 farklı varoluş biçimi anlatılabilinirdi o masada ama kadınca olanı anlatılamazdı. 9 farklı mutsuzluk tanımlanabilirdi ve bu mutsuzluklar kadınlarla ilgili olabilirdi ama hiçbiri kadınca olamazdı. Belki hancıdan şarabı istedikten sonra masanın bulunduğu hanın içine dönüp o masaya gelmek isteyecek bir kadın olup olmadığı oradaki kadınlara sorulmalıydı. Ama öyle olmadı.

“To be”, “to become”, “to exist”, “to expose” ve “to express”: bu fiillerin türkçe karşılıkları çokça kez bulunmaya çalışılacak, bu fiiller yerli yersiz çokça kullanılacak, “to” ilgeçinin sağlamış olduğu amaç belirtme hali doğrultusunda bu fiiller, masada amaç haline de gelecekti.

***

Ulan cin olmadan adam çarpmaya mı kaltık acaba. İçim içimi kemiriyor, ya bu masada konuşulanlar kayda alınıyorsa. Ya bir gün bir yerde karşımıza çıkverirse ne yaparız. Nasıl açıklarız?

***

-hafız, o değil de insanlar nasıl hikayelerden hoşlanır acaba?

-güldürürken düşündürüp, düşündürüken de düdükleyenlerden olabilir.

-ne dersin benjamin?

-kanga, aslında mutlu değilim ama yasaklıyorum size bunu söylemeyi.