12/30/2008

Amme Hizmeti

O diil de bugün kaç kişiyi güldürdün sevgili okur? İyilik dediğin bence budur. de hele, kaç kişiyi güldürdün bugün?

12/09/2008

Kış Uykusu

o değil de hafız, Diksileman kış uykusuna yatar mı?
duyar gibi oluyorum: " lan yine mi hayvanlar alemi?"
dur ve dinle ey blogger!

tebdil- i mekanda ferahlık arayışlarımın sonucu olarak önümüzdeki 5,5 ay içerisinde düşünsel faaliyetlerimin yoğunluğu bazal seviyede seyredeceğinden, yani bir nevi göçüp, kış uykusuna yatacağımdan dolayı, şu kış uykusu meselesini biraz irdelemek istedim sadece. tamam yaw tamam, söz veriyorum bir daha yazmaya fırsat olursa bahsetmeyecem hayvanlardan. hatta bak sonraki programı yazıyorum ahanda şuraya: "Lamekan elinden: İran ve Danimarka sinemaları ışığında bir kişilik analizi"

aslında şu meseleyi sadece kış uykusuna indirgememek lazım, sonuçta bir de mevsimlik göç diye bir alternatif daha var. Göç ya da kış uykusu olsun her iki durum da hayvanların sorunlarına buldukları birer çözüm olduğuna göre, kış uykusuna yatmaya ya da göçmeye karar veren hayvanların bu kararlarının oluşmasına neden olan fizyolojik ya da psikolojik etmenleri incelemekte fayda görüyorum.

Sonbaharın gelmesi ile bitkilerin yaşamsal etkinliklerini yavaşlatması hayvanların beslenebilmek için gerekli yiyecekleri bulamamalarına yol açar. Yahut, ekonomik krizin yaklaşması ile şirketlerin yaşamsal etkinliklerinin yavaşlaması; çalışanların, iş hayatlarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmeleri için gerekli şartları bulamamalarına yol açar. Güven ortamının kaybolması nedeni ile zaten genlerini aktarmak, sürü içerisindeki konumunu muhafaza etmek, avcılardan saklanmak gibi binbir derdi olan canlı bir de yiyecek sıkıntısına düşer.

efendiiimm, şimdi tam bu noktada mevcut sorunları ile başetmek için hayvanların buldukları çözümlere göre bu canlıları sınıflandırmak istiyorum.

1. yıkılmadım ayaktayım dertlerimle başbaşayım şarkısını şiar edinmiş, ne özgürlüklerinden ne de yerinden yurdundan vazgeçebilen, götlerinin donması köpeklerin maskarası olma pahasına mevcut sorunlardan kaçmayıp bu sorunların üzerine üzerine giden kurt, fare, tilki, tavşan gibi hayvanlar. yahut, mevcut işyerinde mevcut şartlarda çalışmaya devam eden çalışan.
 
2. esareti kabullenip, özgürlüğünü ve asaletini feda edip kışı sıcakta, ahır ya da ev ortamında soba kenarında geçiren, böylece sorunların çözümünü süt, yumurta, et ya da yalakalık karşılığında insanlara devreden inek, koyun, tavuk, kedi v.b. hayvanlar. yahut, baba parasına güvenen, soğuk kışı sıcak ev ortamında geçirenler.

3. sorunları ile yüzleşip, bunlara çözüm bulmaktansa; sorunlarından kaçan, başını alıp diyar diyar gezen göçmen kuşlar. yahut, askerlik de bir çözüm deyip, kendini devletin şefkatli kollarına bırakanlar.

4. "uyku ki her derdin devasıdır taa ki uyanıncaya dek" felsefesi ile hareket edip sorunlarının üstüne yatıp kışı mis gibi uykuda geçiren ayı, yılan v.b. canlılar. yahut, yine bir önceki maddede belirtilen, soğuk kışı devletin sıcak kucağında geçirmeyi tercih edenler.

şimdi soruya geri dönelim: peki hafız Diksileman kış uykusuna yatar mı?
 
sevgili hafız, Diksileman tabiiyatı gereği kış uykusuna yatmamakta, ancak mevcut sorunlara çözüm bulmaktansa sorunlardan bir süreliğine kaçmayı yeğlemektedir. bu göç süresi boyunca zihinsel faaliyetlerinin ise bazal seviyede olduğu tespit edilmiştir. bu durumda kendisini yukarda bahsettiğimiz gruplardan 3. ve 4. grupların kesişim kümesine dahil edebiliriz.

sevgili okur,
allah inandırsın seni, ben bunları yazar iken kış mevsimini tayyareci olarak geçireceğimi öğrenmiş bulundum. lan vallahi kuş muş dedik göç dedik, şansa bak ki tayyareci yaptılar beni. oha lan abdala malum mu oldu ne lan?

demek ki bizim ki kış uykusundan ziyade mevsimlik göç olacak, zaten beyinsel faaliyetler de minumum seviyede olacak diyorduk, ama başımıza başka işler de çıkardık giderayak. işin yoksa kafa yor,
 
yok lan yok diksileman sadece göçüyormuş demek ki.

son olarak, hem neşeli günler filmindeki vecihi, hem de vecihi karekterine ilham kaynağı olan vecihi hürkuş, idolümsünüz şerefsizim.

12/08/2008

Sonbaharda Eceliyle Ölenler

O değil de ölmek ne garip değil mi gençler. Bir anda artık yoksun. Not to be. Kulağa çok saçma geliyor değil mi? Bir gün varsın mesela, uyanıyorsun, yemek falan yiyorsun, gülüp ağlıyorsun, vapura biniyorsun mesela, çay içip tost yiyorsun falan. Ne bileyim işte hayatın bir parçasısın, varsın. Ama sonra, bir gün bir anda yoksun. Dört kollunun içindeki bir et yığınısın sadece. Saçma gelmedi mi? Şöyle devam edelim o zaman, tablonun saçmalığını görmek için. Anneannemin öldüğü güne gidelim. Sonbahar. Eceliyle ölenlerin mevsimi galiba sonbahar. Yani hep öylesi denk geldi bana. Ecel denen bok sonbaharda geliyor İstanbul’a.
(Aslında her mevsim birbirinden farklı tabi ama İstanbul’da sonbaharın ayrı bir garipliği var sanki. Diğer mevsimlerden apayrı bir yerde gibi o. Mesela diğer mevsimlerde olmayan bir depresiflik hasıl oluyor insan evladının üzerine İstanbul sonbaharlarında. Kafa karıştırıcı bir iklimsel ruh hali hakim oluyor üç ay boyunca. Güneş bir sabah kayboluyor ve bir hafta görünmüyor mesela. Bir hafta kirli bir grinin nefes darlığıyla boğuşup yavaştan alışmışken bir gün paltoyu koltuk altına sokturan bir güneş çıkageliyor, tam sakinleşmişken yine ne yapacağını şaşırıyorsun. Bottan rahat bir ayakkabıya dönüyorsun. Ertesi gün palto yerine bir hırka ya da ince bir montla çıkıyorsun dışarı. İki gün sonra sinirin bozuk bir halde o rahat ayakkabılarını kuruması için kaloriferin önüne koyarken buluyorsun kendini, çünkü bir anda gelişiyle, o palto çıkarttıran heybetiyle inandığın, bel bağladığın güneş daha ikinci günün akşamı yerini destursuz bir yağmura bırakıp kaçıyor bir anda ve seni sırılsıklam yalnız(‘sırılsıklam aşık’ gibi düşünün lütfen.) bırakıyor.)
Neyse uzatmayalım. Anneannem iki yıl önce öldü. Sonbahardı yine. Öldü. Cenaze bütün sülaleyi birleştirdi. Anne tarafı ve onların eşleri (benim için enişte, yenge olan zatlar yani) toplandı. Ağlama, ziyaret, defin, helva falan derken mevzu bitti. Bir de kırkında bir tantana, bir ritüel, atraksiyonlar falan... 83 yıl bir anda “format anneanne..” Finito. Ne kaldı geriye kum gibi insan yığınının içinde bir kum kadar ehemmiyeti olan anneannemden? Üç kız, üç erkek çocuk. Hepsi orta yaşı çoktan geçmiş, hepsi psikolojik sorunlarla malul. Başka. Hiç. Sıfır. Garip tahta bir kutunun içinde toprağın altına manasız bir yolculuk. Bir süre sonra mide, bağırsaklar falan patlıyor. Dünyaya bırakılan son ses dalgası (ki temel taşlarıdır hayatın ses dalgaları) da toprağın yalıtıcılığı ile sönümlendikten sonra çürüme ve toprağa karışaraktan yok/tüm olma başlıyor. İşte bütün bunlar garip dostlar. Fena garip. Allah allah. Yani ölmek tek başına garip değil de hayatla birlikte olan bir şey olduğundan garip. Biri mantıklı ise diğeri saçma. Ya yaşanan 83 yıl, ya da bir anda varolma durumunu terk etmek, ikisinden biri anlamsız.
İşte böyle okur. Sonbahar biterken, kendi sonbaharımın temasını sizinle paylaşayım dedim. Ben bu sonbahar çok defa ölümü düşündüm, düşündürttüler. Kim mi? Doktorlar mesela, gribim sanan Serhan’ı öldüren doktorlar, daha annesinin koca göbüşünden çıkamadan nurtopu gibi bir bebeği boğarak öldüren doktorlar, baba yutunu kulak ameliyatına alıp iki kulağını da sağır eden doktorlar. Aman bre deryalar mesela. Tarlabaşı’nın kendi küçük karizması büyük, yakışıklı delikanlısı Ferhat’ın annesinin ölmüyle dünyaya çarpması ve dünyanın umru olmaması mesela. İntiharlar, geriye kalan mektuplar. Kabuslar özellikle. Bitmeyen uyanılamayan, ve teması (ki hiçtir) dışında hiçbir ayrıntısı hatırlanamayan destan niceliğindeki kabuslar.
Metinden çıkarılabilecek tek soru: ölüm buysa gerçek nedir a dostlar? Bunun cevabını verin bana. Verin ki benkeriz dünyaya bırakacak bir iz bulabileyim. Yoksa ben de gidiciyim sanki. Ya da çoktan gitmişim, ne ki ben de hepiniz gibi hiçim. Hiç, yoktan iyi midir acaba gerçekten?