10/16/2008

yoğuşmalı bünye

Ya o değil de insan niye ağlar dostlar? Niye? Cevabı olsa ya bu sorunun. Bir anda niye patlar pınarlar? Buna sebep bulamamaktan daha kötüsü var mıdır? Yorgandan pikeye geçmiş olmak kadar basit midir sebebi? Olamaz. Kabul edemez bunu bu kel kafanın içinde ikamet eden zihinimsi. Çıldırmaz mı bu zihinimsi? Çıldırır Cevat abi.
E tanışma faslı bitti sayılır. Şimdi izninizle ben bu cengaverlik olayına ara vermek niyetindeyim. Çünkü kendi adıma kabullenemeyeceğim çağrışımlarla dolu bir sözcük. Örneğin sözcüğün akla getirdiğinin aksine çevik, atılgan, cesur, tek eliyle masayı kaldırıp atan, diğer eliyle üç ila beş kahpe bizanslıyı devirebilen biri değilim. Hatta bizansın canını yiyim efendiler. Severim bizansı ama konumuz bu değil; konumuz damlalar. Hani sek rakıya damlasa beyaz noktalar halinde asılı kalacak olan tuzlu damlalar var ya, işte onlar konumuz. Onlara sebep bulmak niyetindeyim.
Başka bir deyişle iç döküyorum biraz. Hani içime kaçmıştım ya, oradan sesleniyorum sizlere. Aylar var ki geziyorum içeride. Ne badireler atlattım, ne saçmalıklarla karşılaştım içeride bilemezsiniz dostlar. Mavi puantiyeli elbiseler, iki gözü de mavi ve dolayısıyla iki kulağı da sağır ankara kedileri, dönmeyen elektrik saatleri, Gümüşlük’te bir akşam üzeri esmer bir tenin esmer bir diğer tenle geç de olsa tanışması, Süreyya Piknik Parkı, bir caddenin iki tarafında aynı anda geceyi aydınlatan sigaralar, İzmir’e giden manisa yolunun son dönemecinde tepeden bir anda beliriveren şehir silüeti (ki bunu bir tek İzmir’in kuzeyinde, gönlünde Kızlarağası'nın hayaliyle yaşayan İzmirliler bilir.), ısmarlanamayan biralar, tapılacak burunlar, tapılacak gülüşler.... Zamanla anlatacağım hepsini. Lakin bir tek şu damlaların sebebini bulamadım içeride. Belki de içeride aramamak lazım sebebi. Ben hele bir anlatayım da, takdir sizin olsun, ondan sonra tepe tepe kullanın.
Zannımca dengesiz beslenmeden oluyor ne oluyorsa. Beslenme derken tıkınmayı kastetmiyorum. Zihinimsinin beslenmesinden bahsediyorum. Misal Van, İzmir ve İstanbul gibi birbiriyle herhangi bir ortaklık kurmanın zor olduğu üç farklı şehirden, üç farklı deneyimden beslenmek...
İnsan hayvanının beyni böyle garip birşey baylar bayanlar. Ne kadar çok beslenirse o kadar çok anlatmak istiyor. E bu yutun da içine kaçıp duran bi mahluk. Hem anlatmak isteyip, hem de içeride hapsolunca ne oluyor? Sorarım size ne oluyor? Kilit anları bekliyor anlatmak için. Tanıdık bir kokuyu bekliyor, içten bir gülüşü bekliyor, kendisini yargılamayacak bir merakın mimiklerini aramaya başlıyor. Buldu mu dünyanın en geveze insanına dönüşüveriyor. Konuşuyor da konuşuyor. Susmak bilmiyor. Çocukluğunu, Tuşba’yı anlatıyor, ergenliğini, Symrna’yı anlatıyor, hayallerini ve kaybettiklerinin acısını, İstanbul’u anlatıyor, küçük yutun'u, anne yutun'u (en çok da)baba yutun'u anlatıyor. Dinleyeni ağlatıyor ama umru değil boyuna anlatıyor.
Ama bazen (şu anda olduğu gibi) bunlar yetmiyor. Pınarlar çağıl çağıl akmaya başlıyor bir anda. Durdur durabilirsen. Anlattıkça, güldükçe, kokladıkça, seviştikçe artıyor ağırlık. Yük katarı oluyor sonunda bu yutun. Dünyada küçük de olsa izi kalsın isteyen bu zat-ı keriz, değeri kendinde saklı, ağırlığı son durağa kadar paylaşımdan ırak bir yük katarına dönüşüyor. Sonra bir an yalnızlığı yakalayınca, bu yükün ne olduğunu düşünmeye başlayan keriz işin içinden çıkamayıp gözlerinden akanlarla bünyesini yıkamaktan başka çare bulamıyor.
Bu benim teorim, emin de değilim hani. Başkadır belki sebep. Belki psikanalitik bir yorum getirilebir, terimlerle bezeli. Ya da belki hayallerle ilgilidir, hep o hayallerle ilgisiz yollara sapmış olmakla ilgilidir. Geç kalma, yetişememe paranoyasıyla ilgilidir. Geçen zamana deneyim olarak değil zaman kaybı olarak bakmaktan kendini alamamakla ilgilidir.... ilgilidir de ilgilidir. Belki de artık hiç bir yere ‘evim’ diyememekle ilgilidir. Evet evet. Bu da olabilir. Ama bunu da başka yazıya anlatırım artık. ‘Taşınma öyküleri’ mesela, nasıl olur? İster misin ey okur?

10/08/2008

Kitâbü'l-Hayevân'dan bir mahluk: Diksıleman


o değil de,
"nerde kalmıştık...
soyunmaya başladı duuur dedim
gittim yanına düğmelerini pıt pıt pıt..."
Hay allah, yine karıştı herşey birbirine. “Gemide” değil handa kalmıştık. Olsun,"bir memleket gibi ise gemi", Han da öyledir. Eksik kalır ne tarafı var gemiden.
Neyseee efendim nerede kalmıştık, bir handa masa başında kalmıştık. Dört yiğit bir masaya dayanmış, kimi şaraba kimi tütüne abanmış. Şarap göstermeden tesirini, bitireyim bari şu işi. Nasıl ki Diksıleman önce bir kaç kanat çırpar sonra irtifa kaybedip süzülür, ama tekrar kanat çırpıp durumu toparlarsa ben de toparlayayım şu anlattıklarımı.
Ey cengaverler, yine bir gün bir can sıkıntısı aldı içimi. Vurdum kendimi dağa bayıra. Az bir yol gitmiştim ki rastladım bir mahluka, yanımdan uçup gidiyordu ki takıldım peşine , az biraz kovaladıktan sonra izini kaybetmiştim ki rastladım bir emmiye. Dedim, "emmi gördün mü şu yanından uçup giden kuşu, peşinden koştum da indim şu yokuşu."
-Yegen, sana iki söz söyleyeyim, hele bir soluklan.
"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar / Viranede bûm olmağıla gene bulunmaz".
Ben de dedim ki: “Dayı sen diyorsun allah aşkına, bulamam mı diyorsun, şunu açık konuşalım”.
-"Ey nâme sen ol mâhlikâdan mı gelirsin / Ey hüdhüd-i ümmîd Sabâ'dan mı gelirsin"
Dedi, bizim dayı bu defa da ve sözünü şöyle tamamladı: “Ben demedim, ilkini Nedim diğerini de Nabi söyledi. İçinde Hüdhüd falan geçiyor ama geriye kalandan valla ben de pek birşey anlamadım ki.”
Baktım dayı çok uzattı, dedim sadete gel sadete. Ne dersiniz siz yanından uçup gidene.
- O değil de yegenim, vallahi zoruma gitti şu divana kurulmuş Nedimlerin, Nabilerin Arapça hayranlığı. Onlar Hüdhüd demiş, ama velakin Türkçesini sorarsan kimi çavuşkuşu der kimi taraklı, turakçın; kimi de ibibik, ibikli der bizim buralarda. Herkes hayran kalmış belli ki kafasındaki taçına. Gerçi tacı da yabana atmamak lazım, o taç ki hakikat taçıdır. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara çavuşkuşu kılavuzluk eder ve onları Kafdağı'ndaki sîmurga ulaştırır. O günden beridir de kafasında Simurg’un hediyesi hakikat tacını taşır. Bak son lafı da Gül Şehri’den söyleyeyim:
"Hüdhüd ü kuşlar u sîmurga misâl / Akl u halk u Tanrı oldu zül-celâl".
"Emmi sağolasın, kafasına budaklı meşe odunu yiyen Budha bile aydınlanmadı benim kadar" dedikten sonra, bizim emminin yanından ayrıldım. Peşinden gitmeye devam ettim kuşun vara vara vardım Siverek’in hanına diyecektim ki varmışım Atina yakınlarında Colonus hanına. Oturdum boş bir masaya, hancıya seslendim: Hancı şarap getir! Bir de dedim ki: çok uzaklardan, şu kuşun peşine takılıp geldim, şunu yakala bana pişir getir. «Malı haramdır amma bunun kanı helâldır» deyip hallettim işi.
Hancı şarabı getirdi, yanında bir de bir kitap getirdi. Yan masadan gönderdiler deyip geri çekildi. Kafamı yan masaya doğru çevirdim, bir de kimi göreyim, o trajedi senin bu trajedi benim ızdıraptan ızdıraba at koşturan Sophocles. Ben ise alışmışım yan masadan gelen alevli meyvaya, neyse yemeği beklerken başladım önümdekini okumaya.
Yok efendim, Atina kralı Pandion’un Prokne ile Philomela adında iki kızı varmış da, bunlardan Prokne Trakya Tereus’la evliymiş ve İtys adlı bir oğulları vamış da. Tereus denen teres Philomela ile sevişmiş ve olup biteni kız kardeşine anlatmasın diye Philomela’nın dilini koparmış da. İki kız kardeş İtys’i kesip babasına yedirmekle öç almışlar da. Tanrılar da Prokne’yi bülbül, Philomela’yı kırlangıç, Tereus’u da Upupa epops kuşuna dönüştürmüşler de… Yok daha neler neler…
Arkama dönüp adama seslendim: “hafız ne bu Upupa epops dediğin?” O sırada hancı önüme tabağı bıraktı,
- Tanıştırayım: Upupa epops olur kendileri. Gördüğün kuşun sesini duymadın mı hiç, bilmez misin çıkardığı sesten adının türediğini?
-Yine mi acı, hüsran ve gözyaşı ulan!!! Yeter be hep dram hep dram.
Adamda iştah mı kalır, Sophocles akıllı olsun deyip tehtidler savurarak aç karına masadan kalktım.
Bu trajedinin hüznü ile yüzümü döndüm batan güneşe. Bende yalan hilaf yok, iki gün üç gece yol yürüdüm. 3. Günün sabahı bir gürültü ile uyandım. Baktım 5-10 velet kovalıyor peşinden günlerce koştuğum kuşu. Ne yapıyorsunuz ulan, karışmayın hayvana deyip ikisinin kulağına asıldım. Sordum nedir bu kovaladığınız. "Hoop poo" dedi ingiliz olanı, "huppe" diye cevap verdi Fransız olanı. Baktım ki diğerleri de başka birşeyler diyecek , ama hepsi de hayvanın sesini taklit edecek, "ne yapacaktınız lan kuşu" diye sordum.
- Etinden ve kanından büyü yapacak bizim papaz, çıktığımız seferden muzaffer dönelim diye.
Dediler bir ağızdan tüm çoçuklar.
Nerede şu sizin papaz, ne seferidir bu bahsettiğin diye soracaktım ki , çıkan toz bulutuna gözüm takıldı. Önce önümden zırh kuşanmış atlılar geçti, ardındansa din adamları, kılıç kuşanmış savaşçılar, en arkada ise çekirge sürüsü gibi bir güruh. Takıldım peşlerine, Atladım Cenova’dan gemiye, Filistin’de indim limana. Hey gidi günler hey, Selahaddin var bir de o zamanlar (salah sadece dine mi be salahad-din?), Arslan Yürekli Richard’ın yüreği Diksileman yüreği kadar ufak kalır yanında, en az 5 okka 10 dirhem. Neyse baktım ortam karışık, kim vurduya gitmeyelim dedim bu ortamda, aldım yatırdım içerilere doğru. Bir ara kafayı kaldırdım baktım bir kuş sürüsü çevirmiş yönünü güneye, dedim hafız bunlar da mı çıktı acaba bir sefere. Yanımdan geçen birader soruyu üstüne alındı, verdi hemen cevabı:
- Yok hocam, bunlara dûkifat derler, ağzımın suyu akar bunları görünce, ama gel gör ki Tevrat’da bahsi geçer eti yenilmeyen kuşlar listesinde. Burdan kalkıp sıcak diyarlara göçerler. Hafız, buralardan Yakuplar, İshaklar, Musalar, Davutlar, Süleymanlar ne hükümdarlar, peygamberler gelip konup sonra da göçtü, bunlar neden göçmesin haa?
Dedim, birader haklısın, kimin eli kimin cebinde belli değil bu topraklarda, şunların peşinden ben de göçeyim.
Bağırdı adam arkamdan:
- Yaban horozu demişler buna, acaba tadı da benzer mi horoza?
İştahımı kaçıran Sophocles’e bastım küfürü, adama cevap vermedim, kuşların peşinden indim ben de güneye. Peşlerinden epey gitmişim, bir de baktım çöle düşmüşüm, dilim damağıma yapışmış. Ama baktım ki kuşların peşinden koşan tek ben değilmişim. Karşıdan geliyor adamın biri beyazlar içinde. Kulak verdim adamın sesine:
-Ey Ebü’l-ah-bâr, ey ebü'r-rebî', ey ebû ibâd, ey ebû seccâd, dur gitme!
Sordum, hacı ibad ne seccad kim? O değil de içecek iki damla suyun var mı?
Hacı ters ters bakıp cevap verdi:
- Ulan teres, suyu kim kaybetmiş de ben bulayım. Görmüyor musun etmediğim yalakalık kalmadı şu tepesi kalkık ibnelere.
Dedim, Hacı susuzluk kafana mı vurdu, şu kuş mu bulacak çöl ortasında sana suyu?
- Sus be zındık, tanımaz mısın sen Hüdhüd’ü, belli ki okumamışsın İslam literatürünü. Su da bulur, yeri gelir Belkıs gibi manita da.
Nasıl oluyor o iş diye sormama gerek kalmadan bizim hacı başlattı anlatmaya:
- Kurân’da bile bahsi geçer Hüdhüd’ün. Misal, şöyle bir hikaye anlatılır bir yerinde. Kuş dilinin bilen; cinler, insanlar ve kuşlara hükmeden ve onlardan müteşekkil orduları bulunan hazreti Süleyman, yine bir gün sefere çıkar. Bu arada orduda su sıkıntısı baş gösterir. Toprağın altındaki suyu görebilme gücüne sahip olan, bu sebeple de Süleyman'a su bulmada rehberlik eden hüdhüd aranır, fakat bulunamaz. Süleyman, sebebini sorarak eğer mazereti varsa bunu ispat etmesini, yoksa canını yakacağını veya kafasını koparacağını belirtir. Çok geçmeden hüdhüd gelip Hz. Süleyman'a onun bilmediği Saba ülkesinden haber getirdiğini, bu ülkeyi güzeller güzeli bir hatunun yönettiğini bildirir. Bunun üzerine Hz. Süleyman hüdhüde bu hatunla arasını yapmasını söyler. Hüdhüd sayesinde görücü usulü ile efsanevi Süleyman- Belkıs aşkı doğar.
- Yaa gördün mü dostum değil sadece suyu bulan, görücü usulü evliliği de bulan Hüdhüd’dür. Haa Süleyman da epilasyonu icat etmiş ama susuzluktan dilim damağım kurudu, onu da bilahare anlatırım.
Dedim hacı, ya bırak allahını seversen, bırak beni, seni hatta ve hatta Süleyman’ı , anasına babasına bile hayır gelmez. Kalk gidelim akbabalar tepemize binmeden.
- Dostum bilir misin neden kafasında taşır o tepeliği şu sâhib-i külah? Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılmış şu bizim Hüdhüd, ve öyle vefalıdır ki eşi ölünce yeni bir eş bile aramaz. Bana da olur herhal bir faydası yeter ki göstersin şu yerin altındaki suyu.
Dedi, ve kuşların uçup gittiği yöne doğru gözden ırayıp yitip gitti şu bizim bahtsız bedeviden bile bahtsız.
Ulan böyle aç susuz ne işim var bu uzak diyarlarda, yeter bana bu kadar macera dedim ve koyuldum evimin yolunu aramaya. 5 gün 5 gece yol gittim, 6. günün sabahı bir ademe denk geldim. O sormadan ben anlattım başımdan geçenleri.
- Ağa sana yol gösteren yolu yanlış göstermiş, göndere göndere Pers diyarına göndermiş. Ama madem taa kalkıp buralara kadar geldin şu pûpenin peşinden ben de sana bir hikaye anlatayım da tam olsun. Sanma ki çıkardığı sese aldanıp sadece pûpe deriz. Bir efsaneye göre pûpe evli bir kadındır. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına girer. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olur ve uçar, tarağı da başında kalır. Bundan dolayı pûpenin Farsça'daki bir adı da "şâne-ser"dir (tarak başlı).(O değil de, 1786 senesinde Nazmiye ilçesinde, babasının evine geri dönen gelinini geri almak için Zeynel Ağa gelinin ailesinin evini basar. Gelini ile beraber evden gelinin, yörenin önde gelen beylerinden birinin oğluna nişanlanmış olan kızkardeşini de zorla çıkarır. Zeynel Ağa kaçan gelini hemen oracıkta öldürür ve nişanlı kızı da adamlarından Şane-zer'e teslim eder. Şane-zer oyun da olsa olsa bir piyondur, ancak bir hamlesi Şahı ve tüm mahiyetini oyun tahtasının bir köşesinden öbür köşesine göçmeye zorlamıştı. Konar- göçer ruh halimin oluşumunda emeği geçen Şane-zer'i bu noktada yad etmek istedim)
Yüküm baktım ki boyumu aştı, tekrar yola koyuldum. Nihayetinde gece yattığım yerde sabah uyandım. Baktım hemen rüya tabirlerine. Rüyada Diksıleman görmek sıkıntıdan kurtulmak, suya kavuşmak, uzaktan haber almak şeklinde yorumlanmış. Yüreğime su serpti okuduklarım, bir rahat nefes aldım.
Efendiiimmm, derler ki şu kürre-i arzda kuşların diline vakıf olmuş bir Süleyman peygamber vardır bir de Faqiye teyran. Bir de Diksileman’ın (Süleymanın Horozu) tarihi misyonuna vakıf olmuş Zazalar vardır. Ben ki 7 diyarı bir kuşun peşinden baştan başa dolaştım ve yine döndüm köklerimin üstüne ulaştım, gördüm ki herkes vurulmuş ya sesine ya da görünüşüne. Bu kuşun medeniyete yaptığı katkıyı kurban etmek kuşun sesine ya da görünüşüne, sığar mı mertliğe? Peki bu mahluk o kadar çalışmış çabalamış, Süleyman’a Belkıs’ı ayartmış, Süleyman’ın hayvanlar aleminde menajerliğini üstlenmiş, Süleyman bu derece nam salmış da bu kuş neden böyle geride kalmış? Hiç mi emeği yok, onun da hakkı değil mi nasiplenmek Süleyman’ın namından?