6/20/2010

gizli gizli

O değil de
Bir ağırlık var bedende ne cisim ne heyula
Gönül dağı demiş eskinin biri
dört tarafı eteklerle çevrili
Devrildi mi bir kere masalar
Etekten zirveye çevrildi mi kafalar
bu tırmanışın sonu hayrola
Zirveye varan beşere kendi suretini görmek nasip ola
Ağırlık o surette
işarettir bazen aydınlığa
Bazıysa yaşa başa bakmaz
yaş akar eteklerden
en yakın kasabaya
dağın altını oya oya

6/12/2010

Güven

O değil de, yıllar önce (oha, yıllar olmuş hakkaten) üniversite son sınıftayken iktisat okumamdan mütevellit "iktisadi düşünce tarihi" dersi alırken pek sevgili kurumsal iktisatçı profesörümüz toplumdaki en büyük kurumlardan birinin "güven" olduğunu söylemişti. Hatta hayatımızın bu güven etrafında şekillendiğini, güven olmayınca toplumda bir çok küçük işlemin çok zahmetli bir hal alacağını vs. anlatıyordu. O zamanlar pek anlamamıştım. Güven denilince aklıma ben küçükken mahalle maçlarında beraber futbol oynadığımız ve bir keresinde bana penaltıdan gol atamadığı için (en sıkıcı pozisyon olduğu için beni hep kaleci yapıyorlardı) üzerime yürüyen çocuk geliyordu zira. Nasıl olur da bütün hayatımız bu salak çocuk üzerine kurulu olabilirdi ki? Tamam, evet, güven biraz öküz sayılabilirdi, ama yine de bu dünyayı boynuzlarında taşıdığı anlamına gelmiyordu.

Ben işte o sıralarda Güven'i tamamen hayatımdan silmeye başladım. Hayatımda artık Güven'e yer yoktu. Heyhat. Ama ne zaman ki iki satır yazı okudum, profesörün orada bahsettiği güvenin aslında Güven olmadığını anladım, hayatım değişti. Meğer hoca "trust" diyormuş, "reciprocity" diyormuş. İki insanın karşılıklı birbirine güvenmesinden bahsediyormuş koskoca profesör. İşte o yıllarda vazgeçtim çocuk olmaktan ve otlu peynir kokusuydu... ehem, ne diyorduk. Koskoca profesörden iyi mi bileceğiz. Güven önemli birşey işte. 

Ama yine de hafız, ben güvenmem kimseye öyle kolay kolay; kendimden, bu blogdaki diğer yazarlardan ve  bir de bu satırları okuyan senden başka.

Öptüm

References: 
Polanyi, Karl; 1944, The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time

zehir ve ahir meselesi.

O değil de panşehir diye bir lakırdı duydum ismi lazım değil yerli dizinin birinde. Ne güzel yazmış senarist. Panşehir lazım insana gerçekten. Çünkü şehir biraz da zehir. Ama öldürmüyor. Değişik kafası var şehrin. Uyuşturucu da diil de tam. Hay koyamadım adını. Neyse ne. Bu şehir düşük dozlarda giriyor insan evladının bünyesine. Ucuydu kenarıydı, periferiydi çöküntü alanıydı derken bi bakmışın CENTRUM 1km. Sonra bir girdin mi çık çıkabilirsen.
Misal ben şehir insanı olmuşum. Olmuşum dediğime bakmayın yeni fark etmiş değilim bunu. Yıllar oldu hakikat bilince vuralı. Lakin bu süreç işi olduğundan öyle dedim. In the course of growing up in the city ben bir şehir insanı olmuşum. Şimdi ben üç-beş büyüklerden uzakta yetişmiş hayırlı bir evladım aslında. Beni ergenliğin daha reklamlarını izlerken almış büyüklerden birine koymuşlar öğrenci biletiynen. Patlamış mısır, alaska frigo falan derken zaman geçmiş. Antrakt olmuş, üşenmişim, oturuşum yerimde. Yalnız arada dizlerimi oynatmışım insanlar geçsin diye. Halbuki çık bir, küçüğünü yap, ihtiyacını gider.... Yok. İhtiyaç bu demişim, gelir gider. Sonra ergenlik denen uzun metrajın daha jeneriği bitmeden hoop başka bi büyüğe. Ama bu sefer büyük boy patlamış mısır ile. Festivalin en iyi filmi bu demişim, oturmuşum ortalardan iyi gören bir yere. Bilet yine öğrenci. Filmi, yine ismi lazım değil, karşı komşudan bir yönetmen çekmiş meğersem. Baya uzun film. Çıkınca saate bir bakmışım. ooo çok geç olmuş. Orta yaşa bir kaç yaş tahta kalmış. Sıradaki film ise o saatte haliyle alakacaranlık kuşağından nadide bir eser. Girmesem biletim yanar üzülürüm. Ne de olsa son öğrenci biletim bu. Girsem çıkışta kabuslar beni bekler, dört dönerim yatağımda. Zaten patlamış mısırla mideye temel atıp betonu döktüm. Kesin dötüm açık yatarım zaten. Sivrisinekler, komşulardan gelen sıcak hava dalgası falan da cabası.
Şimdi bu şehir denen mefhum işte böyle bir zehirdir halülü malülü. Festival gibi yapar insanın hayatını. İnsanı bağımlı yapar, kışları ağır ve kasvetli, yazları terli ve alkollü yapar. E sonuç?
Ahirin olur şehir. Ah çekersin son demde.
Anladınız siz onu. O yüzden arada sırada panşehir lazım arkadaş. Ben çayın, fındığın torunu, kıl çadırın ve ağrı dağının evladıyım. Van gölü canavarı yakinimdir. Bir hukuğumuz var sonuçta.
Şimdi ben diyorum ki girmeyeyim bu son filme. Yakayım son öğrenci biletimi. Eve gidip erken yatayım. Sabah da erken kalkar, bavulumu alır yola koyulurum. Eş, dost, akrabayı ziyarete çıkarım. Olmaz mı ki? Ha. Deyin hele.

6/09/2010

kor

O diil de hayat şaşırtıcı olduğu kadar da zor be Aleksi bey.
Kolay sorulardan başlayayım, yaptıkça motivasyon gelir, moralli devam ederim zor sorulara falan... Hikaye. Yok öyle kolay soru. En kolay sandığın soruyu yanlış yapıyorsun sonra. Meğer şaşırtmacalı soruymuş o. Bütün sorular zor Aleksi bey. Boktan seçmeli, çile doldurmalı...Hepsi zor.

6/07/2010

Özleme ediminin bilince bağlı formları üzerine

Ya o değil de özlemek diye bir şey var. Bir konsept olarak özlemek ikiye ayrılıyormuş, geçen gün bunu öğrendim. İlginç bence. O yüzden yazıyorum. Yoksa niye paylaşmak isteyeyim. İlginç. Şöyle ayrılıyormuş efendim bu özlemek; birincisi bildiğin, düz özlemek. Gözünde tütmek mi dersiniz artık, veremlere mi bağlarsınız mevzuyu, yoksa bağra, döşe daş mı basarsınız orası size kalmış. Bir yerden sonra bağıl bir durum neticede. Tarz meselesi; herkes durduğu yerde özler ama bir başka. Her kişinin özleyişi biriciktir arkadaş, başkasınınkine benzemez. Ortak nokta bunun, bilince aksi düşmüş bir hal oluşudur. Özleyen kişi özlemekte olduğunun ve özlediği nesnenin/öznenin ne/kim olduğunun farkındadır. Düz özlemek işte ya. Cümle içinde kullanacak olursak, “Dayımı özledim.” ....bakiyim..... oldu gibi. İşte böyle bir şey.

İkincisi ise, "görünce özlediğini anlamak" şeklinde komplikasyonlara neden olan gizli özleme. Şimdi bu ikincisi biraz tırt gibi geliyor olabilir kulağa. Gerçekten de var bir mallık. Ama insanı düşündürtmüyor da değil. Birinci kategori üzerine düşündürüyor insanı. 

Genelde gizli özleme yalan bulunur. ‘yürü git.’ ‘hadi ordan!!’ falan gibi tepkiler verilir bu duruma. Ama sakin olup düşünmek lazım. Keskin sirke, salatayı bozar. Böyle yamuş yumuş büzüşür sebzeler; aşırı plazmolizden erken yaşlanma meydana gelir. Sonra gel de ye o salatayı. Yenmez. Dök çöpe gitsin mundar oldu artık o. 

Sakin olacaksın ki salatan böyle canlı kalsın, her renk kendini muhafaza ettiği gibi bütünlüğe de hizmet etsin. Domates domatesliğini, marul yeşilliğini, kıvırcıklığını bilsin. Kendine soracaksın arkadaş. ‘Aay seni çok özlemişim.’ diyerek boynuna atılmaya yeltenen bu densize ‘YALAN!!!’ diye yakarıp tokadı patlatmak yerine, önce kendini masaya yatırcaksın. ‘Yahu’ diceksin, ‘ben, aha bunun gittiğinin ertesi gününden beri özledim diye parmak eskitmeye başladım.’ diceksin. Sonra hatırlayacaksın arkadaş. Özlerken yaptıklarını tek tek düşüneceksin. Okadarözledimki’ler, şöyleydi böyleydi diye özleme tasvirleri, giderek artan ve söyleyen-dinleyen, yazan-okuyan kimsenin anlamadığı bir soyutluk, öyle bir romantizm kolpası yani, dırdır bırbır falan fiskos, vs. Şimdi ise kudura kudura özlediğimi iddia ettiğim bu pek muhtereme naralar eşliğinde tokat atmak üzereyim la ben, diceksin. Bu muymuş arkadaş olayın? Sor bunu kendine. Çünkü özeleştiri candır. Vereceksin özeleştiriyi. Böyle mi özlüyor muşum ulan ben? diye soracaksın kendine.

Yaptın mı bunu? Sonra yine tokadı at istiyorsan.

Dur! Atma hemen. Bir de karşındakinin yüzüne bak. Tokadı atacağın yeri kesmek için değil, görmek için bak arkadaş. O, huzurlu. Yüzünde gerginlikten eser yok. Gözleri kısık, yüzü gülüyor. Çünkü seni gördüğü için sevindirik olmuş garibim. Tamam arkadaş biraz mal, zihin tembeli falan filan... ama üstüne vardırmam ben bu garibin. Bundan sonra ona el uzatan, dil çıkaran, nanik yapan beni bulur karşısında. Baksana garibimin yüzünden akan eblehliğe. Mutlu la işte, seni görmüş sevinmiş, rakım: 3000m. Kim bilir kafasında ne anılar oynaşıyor. Kıyma safıma, atma o tokadı. Aç hele kollarını, sarıl bak neler oluyor. İçin böyle gıcış gıcış kamaşmazsa şerefsizim.

Zaten baktın kamaşma falan yok, o zaman yapıştır tokadı, ses gelsin.

6/05/2010

Yemeziçmez Hasan Efendi

O değil de be sevgili blogger, ne zamandandır aklıma geliyordu da yazmak kısmet olmamıştı, medyanın osuruğunun oluşturduğu yüksek basınç merkezinden kaynaklı Kılıçdaroğlu rüzgarı sakin sakin insanları okşarken benim de aklıma eskilerden duyduğum Yemeziçmez Hasan Efendi efsanesi geldi. Sevgili blogger inanır mısın bak şimdi bunu söylerken aklıma şu da geldi akabinde: Kılıç artığı bir neslin evladı olan Kemal Efendi’nin babası, nasıl bir inkarcılıkla soyadını değiştirip kendini (Munzur’dan akan kanın kaynağı olan) kılıçı elinde tutanların saflarına katabilmiş de bir memurluk koltuğu kapmış (ya da koltuğu iyice kavramak için yapmış da olabilir), helal olsun!!! Mebusun biri :” Bu adamın soyadında darlık var” demişti. Halbuki darlık yok be Suatçığım darlık yok, bu toplumun kültüründe Zübüklük var ve hatta tebdil-i soyadında ferahlık var, inkar var, koltuk var, varoğlu var… Sen darlığı nereden çıkarıyorsun?

Neyse konuyu dağıtmayalım. Günün birinde Karér’de, Gımgım taraflarından gelen ve evliya olduğu söylenen bir zat peyda olmuş. Keramet sahibi bu zat Yemeziçmez Hasan Efendi olarak nam salmıştır. Hasan Efendi, ne yer ne de içer dolayısıyla da tuvalet ihtiyacı da hasıl olmazmış. Yaşadığı yöreyi çevreleyen her dağın zirvesinde bir ermişin mezarı olduğuna inanan Karérliler bir ahir zaman ermişini görmüş olmanın heyacanına kısa zamanda kapılmışlar. Yöre halkında büyük merak uyandıran Hasan Efendi’nin kerametine tanık olmuşlar zira; Hasan Efendi ağzına ne bir lokma yemek sürmekte ne de bir damla su içmekteymiş. Köylüler, Hasan Efendi’nin yaydığı nur evlerine yayılsın diye sıraya girmişlerdir. Kurbanlar kesilir, cem yapılır ,Hasan Efendi’nin pir döşeğinede oturduğu bu cemlerde tanrıya yakarılırmış. Hasan Efendi’nin yaydığı nur ile insanlar kendilerinden geçerlermiş.

Dünya nimetlerine nefsini körelterek sırtını dönmüş olan Hasan Efendi, ruhunu kötülüklerden arındırmış olmakla beraber; vücudunu da pisliklerden arındırma ihtiyacı ile her gün muhakkak boy abdesti alırmış. Bir gün Yemez içmez Hasan Efendi’nin misafir olduğu evin sahibi, Hasan Efendi boy abdesti alırken suyun renginden dolayı Hasan Efendi’nin banyo sırasında tuvalet ihtiyacını giderdiğinden şüphelenir. Bunu duyan birkaç köylü daha Hasan Efendi evlerini şereflendirdiğinde boy abdest aldığı sırada Hasan Efendi’yi gözetler ve Hasan Efendi’nin foyası ortaya çıkar. Yemeziçmez Hasan Efendi, yıkanırken su ihtiyacını karşıladığı gibi tuvalet ihtiyacını da karşılamakta ve pisliğini iyice ezdikten sonra su ile yollamaktaymış. Hasan Efendi’nin nasıl yediği ise tam olarak belli olmamakla beraber, cem sırasında lokmalar dağıtılırken, pir postunda oturan Yemeziçmez Hasan Efendi’nin şah lokmasını verdiği sırada el çabukluğu ile cebine birşeyler attığı ve bunu da bir fırsatını bulup kaşla göz arasında mideye indirdiği rivayet edilmiş. Kimileri ise Hasan Efendi’nin karnını tok tutan haplar ile işi idare ettiğini rivayet etmiş.

Herkesin aklına Gandhi gelirken benim aklıma neden Yemeziçmez Hasan Efendi geldi ki, hayret bir gariplik var öyle değil mi hafız? Hem bak Erdal İnönü de iyidi ama çevresi kötüydü, Erdal İnönü’nün dürüstlüğünden şüphe duyacak kimse yoktur ama İski skandallarını falan da unutmamak lazım. İki şekilde tutarlı olunur ya dürüstlükle ya da kusursuz şekilde yalan söyleyerek. Önce aday değilim deyip sonra bir anda başkan olanları, mecliste Onur Öymen’e şakşakçılık yapıp sonra Dersim’de Öymen gerekeni yapmalı deyip sonra tekrar Ankara’ya döndüğünde lafı kıvırtan tutarsızları da başımıza dürüstlük abidesi diye dikip Gandhi yaptınız ya helal olsun!

Peşin olarak şunu da eklemek lazım: durun lan vurmayın!!! Recep Bey'i ben de sevmiyorum.

6/03/2010

Şaşkın

O değil de, şu yaşımıza geldik, o kadar şey okuduk, bir sürü şey gördük ama hala daha şaşırdığımız şeyler olup bitiyor dünyada. Ne biçim dünyaya doğmuşuz lan. Şaşkın ördek yavruları gibiyiz her daim.

Uzaylıların hayatları kimbilir ne rahattır şimdi. Özendim valla billa.

6/01/2010

demli

Karamuk çay ocağı candı.
hey gidi kentli orta,
senin tarzın uğruna
ne ocaklar söndü.
ve defterler kapandı...