4/30/2011

Değer mi?

O değil de sevgili blogger hafız, Oscar Wilde ne güzel demiş zamanında. Yani tam olarak 1892’de.

“What is a cynic? A man who knows the price of everything, and the value of nothing”

-Yani, güzel Türkçemize çevirirsek inşallah “O adam(lar) ki her şeyin fiyatını bilip hiçbir şeyin değerini bilmezler, iki yüzlüdür(ler)”.
- Maşallah, pek güzel çevirdiniz hocam.
- Zaten güzel dinimizin, pardon dilimizin gelişmesi için yabancı dilleri mümkün olduğunca az kullanmalıyız. Fakat şüphesiz onları bilmemiz de gerekmektedir inşallah. Özellikle de bir yabancı dil olarak arapçayı bilmemek olmaz.
-Evet hocam, maşallah.

Şüphesiz sevgili hafız blogger, bu cümlede görebilenler için ibretler vardır. (Göremeyenler için de vardır şüphesiz, biz bu ibretleri herkes için yazıyoruz, ama onlar göremedikleri için bu ibretleri alamıyorlar. ) Burada en çok ibret Yutun’un geçen yazısında bahsettiği mekan sahipleri için vardır elbette. Söz konusu cümlede daha derine inersek şunu göreceğiz zaten: “Onlar ki, (bu müziğin) değerini bilmezler (ama) fiyatını iyi bilirler, şüphesiz iki yüzlünün, (şerefsizin, kapitalist sömürücünün) önde gidenidirler”.

Fakat sevgili blogger hafız, biliyorum sen bu blogun sıkı bir takipçisi olarak fiyat ile değer arasındaki farkı elbette biliyorsun ama arada sırada buraya bu blogu okumaya gelen başka insanlar için ben biraz daha açayım. Bu noktada John Ruskin’den bir alıntı yapayım madem.

Value is the life-giving power of anything; cost, the quantity of labor to produce it; price, the quantity of labor which its possessor will take in exchange for it”
 (John Ruskin, Slade Professor of Fine Art at Oxford, 1862)

-Yani diyor ki, “Değer, bir şeyin hayat verebilme gücüdür; maliyet, onu üretmek için gerekli olan işgücü miktarıdır; fiyat ise, onu elinde tutan kişinin, değiş-tokuş için karşılığında istediği işgücü miktarıdır”.
- Afedersiniz hocam, b*k gibi çevirdiniz maşallah.

Burda dikkat edilmesi gereken kavram, sevgili blogger hafız, maliyet. Maliyet denen kavram aslında fiyatı belirleyen en önemli güç. Şöyle ki sevgili blogger, bir insan bir malın fiyatını belirlerken ilk dikkat ettiği nokta, o malın fiyatının maliyetinin üzerinde olmasıdır. Tabi burada şunu anlamayalım lütfen. Bir malın değeri en az o malın maliyeti kadardır gibi bir şey demek istemiyorum. Şüphesiz bir malın değeri o malın maliyetinden az olabilir. Yani bir kaynak israfı yapılmıştır belki de. Ya da çok az maliyetle ürettiğiniz bir ürün inanılmaz değerli olabilir. Fakat tabi ki bu değer denen şey sizin kendi öznel görüşünüz her zaman. Daha nesnel olan şey ise fiyat. İşte Yutun’un asıl sinirlendiği nokta bu.

Konuyu müzik endüstrisi örneğiyle açıklamak gerekirse sevgili blogger, şu şekil bir şey oluyor. Mesela Yutun, benim bildiğim kadarıyla 6 yıla yakındır müzik endüstrisinin içinde. (Hahaha, müzik endüstrisi diyorum Yutun’a gıcıklık olsun diye, ama bence de endüstriyel müzik, sanat, futbol vs. hepsinin canı cehenneme adamım, beni anlıyor musun ha, anlıyor musun? Kahretsin, federaller. Kapatıyorum parantezi hemen.) Bu altı yıl boyunca bu adam oturdu, düm demeden, tek demeden darbuka çalıştı. Yetmedi gitti Lavta çaldı, yetmedi Bas gitar çaldı. Bütün ilkokul hayatı boyunca flüt çalması olayına girmedim bile dikkat edersen. Şimdi bu adam bu çalışmasının karşılığında bir gruplarda çalıp çalıp para kazanıyor. Bu adamın bu müzik üretimi için karşılaştığı maliyet nedir peki? Diyelim ki 5000 saat çalıştı toplamda, saati 50 lira desen, iyi para. Peki Yutun kardeşim bu maliyeti karşılayacak kadar kazanıyor mu? Bence hayır. Taş çatlasa, çıktığı 2 saatlik programdan 100 lira alıyor. Yani saati 50 lira yine. Eee? Bu adamın bundan önce çalıştığı 5000 saatin bedelini kim karşılayacak sevgili blogger hafız? Ben mi? Durumum olsa hakkaten çıkarır verirdim parayı ama durumum yok hafız blogger. İçim kan ağlıyor ama napalım? Harbi soruyorum lan, napalım?

Bir kere sevgili blogger, burada Yutun’un da suçu var bence. Madem senin maliyetin 5000 saat, neden hala saçma sapan paralara gidip program yapıyorsun ki. Ürününün fiyatını neden maliyetinden yukarda tutmuyorsun ki? Yaa. İşte böyle suçu sana atarım Yutun kardeş. Ama dur, sinirlenme hemen. Müziğini satmayacaksın da aç mı gezeceksin sanki. Sen de çaresizsin, biliyorum. Anlıyorum seni. Kısa vadede sadece marjinal maliyetini karşılamak yoluna girmişsin. Neden? Çünkü rekabet var sevgili Yutun. Rakip müzik grupları siz çalmasanız hemen “Abi biz çalarız yarı fiyatına” diye atlıyorlar. Ama onlar da ekmek parası peşindeler. Onlara da kızmamak lazım. Herkes ekmeğinin peşinde.

Bu noktada kim karlı çıkıyor peki? Heee. İşte zurnanın zırt dediği yere geldik. Burada mekan sahipleri karlı çıkıyor. Gibi görünüyor en azından. O adam müzikçalar adamın sırtından para kazanıyor gibi görünüyor. Netekim kazanıyor da. Ama güç bela. Onun da başka başka mekanlarla rekabet etmesi lazım. Onun da akşam eve ekmek götürmesi lazım. O yüzden ne yapıyor, gönderiyor çırağı, 50 liraya üç tane mikrofon aldırtıyor haliyle. Neden? Maliyeti kısması lazım. O adam da ekmeğinin peşinde. Onun için önemli olan müziğin kalitesi değil haliyle. Para kazanmak için çalışıyor o da.

Şimdi Yutun kardeşim (bak kardeşim diyorum, o biçim empati kuruyorum anlamında diyorum bunu) için önemli olan tabi ki para değil sevgili blögır. Onun için önemli olan çaldığı müzikten zevk alıyor olması. Onun ürününe koyduğu fiyat da bu. Yani sevgili blöggır hafız kanka, fiyat sadece para ile olmuyor. Onu söylemeyi unuttum sana yani. Çeşit çeşit fiyat var. Mesela yaşlı adamı karşıdan karşıya geçiyorsun, o da sana dua okuyor, allah sevdiğine kavuştursun diyor. Senin fiyatın bu işte. Adamı beleşe geçirmiyorsun karşıdan karşıya. Ama para verseydi daha iyi olurdu şüphesiz. Sen de böyle bir insansın işte. Defol, yıkıl karşımdan. Fakat sevgili paragöz blogger kanka, Yutun’la kendini karıştırma bak.

- Yutun bir gönül adamı.
            - Maşallah hocam.

Fiyat sevgili blogger, bir arz talep meselesi. Yani mesela senin elinde bir ürün var, onu satmak istiyorsun. Bir değer biçiyorsun o ürüne. Bir başkası geliyor, bakıyor senin ürününe, senin biçtiğin değerden fazla değer biçiyorsa koyduğun fiyattan satın alıyor o ürünü. Ama senin koyduğun fiyattan daha az değer biçiyorsa almıyor artık. Ya da daha da ilginç olan şu: Mesela alıcının biçtiği değer senin biçtiğin fiyattan daha yüksek, ama başka bir adam senin malının çok benzerini daha ucuza satıyor, alıcı da gidip daha ucuz satan adamdan alıyor. Halbuki senin sattığın malı alınca da karlı olacaktı. Ama o daha fazla kar etmek için daha ucuz satan adamdan alıyor malını.

Şimdi şüphesiz sen bunu yapmazsın sevgili blogger. Yani “aman daha çok kar edeyim, o yüzden satın alacak gücüm olsa bile gidip atlet-don takımına 30 lira bile verebilecek kadar para kazanıyorken gidip 3 lira vereyim tahtakalede” diye düşünmüyorsun. Onu biliyorum. Ama böyle düşünen insanlar var. Şüphesiz aramızda değiller onlar. Biz hepimiz süper insanlarız. Ama dünya böyle değil. Bu blogu okumayan başka başka insanlar hep daha çok kar edelim, daha çok kar edelim diye kafayı çizmişler. Heyhat. Hani kızıyoruz ya çok zengin adamlara iki don-atlet takımına 3000 lira verdi diye falan, bence kızmayın. Tahtakaleden 3 liraya alıp kalan 2997 lirayı cebine atsaydı senin için daha mı iyi olacaktı sanki. Soruyorum sana?

Dünyanın kuralı da bu. Ne yazık ki böyle gelmiş. Ama böyle gitmemeli bence. Çünkü neden? Ortada ürettiği ürünleri gerçek değerlerinden değil de ne yazık ki maliyetlerinden satan insanlar yaratıyor bu sistem. Müzisyenler bunlardan sadece bir kısmı, buna benzer bir de sepetçiler var. Marangozlar da aynı sorundan muzdarip. (Mustarip mi yoksa?) Duvarcılar, çiçekçiler, çöpçüler ve akademisyenler için de aynı durum söz konusu. Kimse gerçekten ürettiği değerin karşılığını alamıyor. Mesela sevgili blogger, çöpçü bir hafta gelmese evin-sokağın afedersin b*k gibi kokar. O kokuyu bertaraf etmek için bissürü paralar bayılmaya razı olmak zorunda kalırsın. Ama çöpçü yoldaşım düzenli gelip üç paraya senin çöpünü temizler. O da ekmeğinin peşinde.
Demem o ki sevgili blogger, ne zaman ki çöpçüye gerçekten ürettiği değerin karşılığını vermeye hazır olursun, işte o zaman ürettiğin ürün için kendi biçtiğin değeri istemeye hakkın olur.

Fakat değer dediğimiz kavram da tamamen öznel ve gizli, insanoğlu da tam bir p*çkurusu olduğu için kimse kimseye hakettiği değerin karşılığını vermez. Bu dünyanın düzeni böyle.

Oskar amcanın lafına geri dönecek olursak, bir malı daha pahalıya alacak maddi güce sahip olduğu halde, nerede daha ucuza satıldığını bilip gidip ordan alan ve üçün beşin hesabını yapan adam kadar pis kapitalist yoktur bu dünyada. Haa, ama daha pahalıya alamıyorsan, eyvallah, git ucuzundan al.

-Çok doğru dediniz hocam, maşallah.
-Maşallah, inşallah, kafamı s*ktin sabahtandır, bir yazıyı yazdırtmadın yedi gündür.

23.04.2011 – Toulouse / 30.04.2011 – Paris 

4/18/2011

Bağır daha çok bağır!!!

Ya o değil de Müzisyenin hakkı nedir ve nereden doğar? Bu yazımın temel sorusu bu. Müzisyen her şeyden önce insan olduğuna göre, insan oluşundan kaynaklı hakları saklı ve bakidir. Ama mesleği özelinde hak ettiği çok şey vardır ve bu hakların aslında diğer meslek alanlarındaki haklardan kategorik olarak pek bir farkı yoktur. Her işin sağlıklı yapılabilmesi için belirli şartlar gereklidir ve bu şartların sağlanmasını talep etmek o işi yapanın en temel hakkıdır.

“Davulcunun, zurnacının, çalgı çenginin ne hakkı olabilir ki? En nihayetinde insanları öyle ya da böyle eğlemeyi meslek edinmişlerden bahsediyoruz. Nedir ki yani, 2-3 saat çalıyorlar alt tarafı ne hakkı ne hukuku?” diyenler, topunuzu eşekler öpsün inşallah.

İster okullu ister alaylı olsun, müzisyen toplumun büyük kesiminin hakir gördüğü bir alanda olmasına rağmen gecesini gündüzünü bu işe ayırmış olan bir zattır. Yani bir anlamda topluma rağmen toplumun duygu dünyasına besin olan bir üretimin öznesidir müzisyen. Müzisyen yıllarca hakir görülerek, küçümsenerek, ciddiye alınmayarak, çalışır. Bunun altındaki motivasyon çoğunlukla aşktır. Seslerin büyüsüne aşık olur, onun gücünü tanır ve önünde eğilir müzisyen. Fizikçinin atoma aşık olması gibi bir şey bu. Zaten kurcaladığı şeyin doğasına, yapısına, gücüne, zayıflıklarına kısacası bütününe aşık olmamış olan birisi kurcaladığı ne olursa olsun fazla ileri gidemez. Potansiyelini gerçeğe dönüştüremez. Bunu başardığını zannedenlerin çoğu da başaramamıştır zaten. Aradığını bulamamaktır işin özü. Bulamadığını kabullenmek ama yine de aramaktan geri duramamaktır. İşte bu hislerle çalışır durur müzisyen. Verilen emek hiçbir şey ile kıyaslanamaz (zaten hiçbir emek bir diğeriyle kıyaslanamaz. Bu noktaya ailemizin iktisat uzmanı sevgili aleksi itiraz edebilir, ama tartışmaya açık bile olduğunu düşünmüyorum bunun. onu söliyim aleksi. İstersen okuru etkileyebilirsin ama beni asla, aklından bile geçirme). O yüzden emek sadece 2-3 saatle sınırlı değildir. Yılların emeğidir ve çok değerlidir.

Nedir bu emeğin hak ettiği. Ben henüz başlamış saydığım sahne maceramın şimdiye kadarki kısmından anladım ki, tek bir sözcükle bütün bu haklar tanımlanabilir. Mutluluk. Müzisyenin en temel hakkı sahneden mutlu inebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İyi bir ses sistemi, sağlıklı bir akustik tasarım, enstrümanları tanıyan, yaptığı işi bilen ve hakkını veren bir ses teknisyeni ve mühendisi, kaliteli, ihtiyaçlara yönelik olarak çeşitli ve yeterli sayıda mikrofonlar. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Yani kısacası geriye sadece insan faktörünü bırakan bir takım teknik gereklilikler. İşte bu saydıklarım müzisyenin en temel hakları. Ancak bunlar sağlandığında gerisi müzisyene kalır. Aksi bir aşçıdan tencere, tava olmadan yemek yapmasını beklemek gibidir. Biyologun mikroskobunu alıp 'Haydi araştırmaya devam!' demek gibidir. Yukarıda saydıklarım sağlanmadıysa müziğe gelene kadar çok şey araya girer. Müzisyen ile amacı arasındaki mesafe inanılmaz bir hızla artar.

Bir çok işletmeci bunu kavrayamaz. Keşke böyle olmasaydı, ama maalesef bir çoğu paradan başka bir şeyi düşünmez, düşünemez. Sonuç müzisyenin önünde yeni bir engel daha çıkmasıdır. Zaten toplumsal algının acımasızlığına rağmen yaptığı bu değerli işi, bu sefer de para hırsının kesintici zihniyetine kurban eder. Ama işletmeci burada da durmaz. Ses sisteminin zavallılığına aldırmaksızın mekanını insan doldurmakla yükümlüdür o. Bazı mekanlar öyle kalabalık olurlar ki, müzisyen insan uğultusundan kendi sesini duyamaz. Sahneye insan taşar, mikrofonlar devrilir, ama mekanın o viran olasıca kapısı bir türlü kapanmaz. Ve o gece süper çalmış olur müzisyen, işletmeci öyle der. Ama bir de gece boş geçerse yandın müzisyen hafız, adamdan saymazlar seni. Çok kötü bir performanstır o. Paranı vermezler kimi zaman, mekanı dolduramadın derler sanki bu müzisyenin sorumluluğuymuş gibi.

-Mikrofon mu alınacak, git oğlum şu 50 liralıklardan 3 tane al gel, kablo da yaptır ama çok uzun olmasın ha pahalıya gelir.

-Mikrofon ayağına gerek yok, kırıkları bantlayın ama bunu da en dandik kahverengi koli bandıyla yapın ki iğrenç görünsün.Estetik kaygılara gerek yok.

-Bu mikser yeter kardeşim, alt tarafı bir avuç insanı eğlendireceksiniz, yeni miksere gerek yok.

-Monitör çok mu tiz.hmmm… Ama onların hepsi birbirine bağlı tonlayamayız ki, idare edeceksiniz.

-Ya herkes kredi kartıyla ödedi o yüzden kasada para yok, haftaya vereyim paranızı.

-Mekan bomboş arkadaşım. Müşteri yok, e kusura bakma ama sana da para mara yok.

Bu işletmecinin sesidir okur kişi. Bütün bunların üstüne bir de ne der biliyor musunuz? "Ha şu grup mu? Bizim çocuklar ya. Çok ekmeğimi yediler. Benim sayemde bu günlere geldiler." Bak sen şu işe.

Doğrudan bu cümleleri kurmaz muhtemelen işletmeci (kuran varsa da içlerinde en dürüst olanı odur herhalde). Hatta bu işletmeciler arasında haktan hukuktan dem vuran, sosyal ve çevresel duyarlılıkları olanlar da vardır. Bir kardeşinin, bir dava arkadaşının, cumartesi annelerinin, eşcinsellerin, ne bileyim ezilenin, hor görülenin hakkını canhıraş savunanlar da vardır. Doğanın katledilmesine içi acıyanlar ve sözünü sakınmayanlar da vardır. Fark etmez. Misal Sırrı hocaya oy atacak benim tanıdıklarımın çoğu. Atsınlar, anlamadan atacaklar. Belki bir kısmı eşiniz dostunuzdur müzisyen okur. Hiç fark etmez. Bir fabrikanın daha fazla kar edebilmek adına arıtma sistemi kullanmaması ve çevreyi katledip insan sağlığını tehlikeye atması ile bir mekan sahibinin/işletmecisinin giderleri azaltıp karını yükseltmek adına teknik giderleri kısması ve kapasite üstü seyirci alması arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Sonuçta bir ömürlük çalışma, emek ve aşk, her gece yüzlerce farklı yerde bir gecelik kazanca karşı mütemadiyen kurban edilir.

Çalanı da dinleyeni de tepeden tırnağa kavrayabilen bir mefhumdur müzik. Gücü öyle büyüktür. Dokunuşları öyle derinlere uzanır. Biz müzisyenler ise bu meczup etiketi yemiş halimizle bu şahaneyi ezdirmeye, bu potansiyel gücü gerçekleşme ihtimalinden uzaklaştıranlarla çalışmaya devam edecek miyiz? İkinci soru da bu. Bir yol bulmak gerek. Bir şekilde anlamalarını, anlamıyorlarsa da mecbur kalmalarını sağlamak gerek. Hiçbir yol bulunamıyorsa, oturup evde çalmak gerek. Misal performanssız bir İstanbul, bu oyuna kendini kaptırmışlar için büyük bir tehdit olmalı. Bir düşünün derim ben. Nasıl olsa meczup değil miyiz? Ne yapsak yeridir sanki.

p.s. Can Yücel’in bir aralar sosyalizm için sarf ettiği (iddia edilen) bir lakırdı var: Sosyalizm tüzük değil büzük ister. Bu lafı hatırlamakta ve her alana uyarlamakta fayda var lakin yazımı bitirirken şunu haykırmak istiyorum: Nerde bizde o büzük? Geçiniz lütfen.