5/03/2014

Dümdüz Yatıyorum


…böyle sırtüstü, düz. Çünkü yeni traş oldum, yastığa yanağımı dayayamıyorum. Acıyor. Yoksa ben de aslında şu ruh halinin gerekliliği olarak cenin pozisyonunda yatmayı tercih ederdim. İyi ki üstüme çift kat battaniye örttüm de kendimi o kadar da korumasız hissetmiyorum. Yoksa sırtüstü, dümdüz yatmak güvenli değil. Bir de tabi kollarımı göğsümde bağlamış olmam da ayrı bir güven hissi yaratıyor.

Dümdüz yatıyorum diyorum ama aslında tam bu satırları kaleme alırken bir trende, cam kenarındayım. Yolculuğuma yeni başladım. Ve hayır, aslında dümdüz yatarken aniden rüya görmeye başlamadım. Gerçekten de bu satırları satır satır, bir kalemle, bir deftere yazıyorum. Dümdüz yattığım kısım aslında geçen haftaydı. Ama ben o kısmı kağıda değil de aklıma yazmıştım zaten. Ne yani? Siz bütün yazılarınızı önceden düşünmeden, doğrudan kağıt üzerine mi yazıyorsunuz yoksa? Ve gerçekten de bir trende, cam kenarındayım. Tam bu satırları yazarken çaprazımda oturan çok şık giyinmiş bir fransız hanımefendi de küçük not defterini çıkarıp bir şeyler yazmaya başladı. Onun el yazısı daha güzel. Ama sonuçta benden görüp not almaya başladı. Ama bu onun yazdığı yazının değerini azaltan bir şey değil. Sonuçta hepimiz birilerinden görüp yazmaya başladık. Ben mesela ilk dümdüz yazma denemelerimi lisede Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı adlı romanını okuduktan sonra yapmıştım.

Bu arada tren ne güzel bir ulaşım aracı. Her seferinde heyecanla biniyorum trene. Uçak gibi değil. Trendeyken yol aldığını hissediyorsun. Özellikle de yazı yazarken aldığın yol tam olarak yazdığın yazının içine işliyor. Her küçük tümsekte, raylardaki en küçük kaymada sen de anında onu defterine kaydediyorsun. Hop. “B” harfi biraz yamuk oldu. Tam da şu anda üzerinden geçtiğimiz ray gibi. Uçak öyle değil ama. Türbülanslı bir uçuşta değilsen sakin, sarsıntısız bir şekilde, dümdüz yol alıyorsun uçakta. Motor uğultusu eşliğinde. Mesela uçağa binmek ilk seferinde çok heyecanlı ama sonra alışıyor insan – hatta sonradan uçağa binme merasimi çok sıkıcı bir hal alıyor, kontroller, güvenlikler vesaire. Denize girdiğinde önceki suyun soğuğuna nasıl alışıyorsan öyle biraz sanki. Ama tam da değil belki. Benim o kadar deniz/su maceram yok. Bu tür bir benzetme yapmak haddime değil aslında. Tıpkı az önce trendeki kadının bana bakıp yazmasını, benim Çetin Altan’a bakıp yazmama benzetmiş olmam haddim olmadığı gibi. Biraz benziyor ama tam da değil aslında.

Aslında konuyu değiştirmek istemiyordum. Trenler güzel ama konu o değildi. Evet, belki bu blogu başlı başına her yazıda konuyu değiştirme üzerine kurgulamış olsak da bu yazıda konu değişmesin istiyorum. Zaten bu blog da eski blog değil. Ve konu biraz, kıyısından-köşesinden bu blog aslında. Kaç yıl önce ortak yazacak bir mecramız olsun diye açtığımız blog hala var ve hala yer yer yeni yazılar bile yazıyoruz. Sözün uçup yazının kalması anafikrine bağlamayacağım merak etme. Sadece eski/genç bizlerin bu blogu açarken ne kadar güzel düşündüğünü anlatmaya çalışıyorum - ve yeni bizlere ne kadar büyük bir abilik yaptıklarını. Demek ki abilik yaşta değil.

Trendeyken el yazısıyla dümdüz yazmak mümkün değil. Ama zaten artık trende de değilim. Geldim bir kafeye oturdum. Bilgisayar ile yazıyorum. “Kaleme alıyorum” demek daha güzel tabi ki, farkındayım. Ama klavye ile yazıyorum, evet. Böylece daha önce yazdıklarımı süsleme imkanım da var. Tabi trendeyken de bilgisayarımı çıkarıp yazmak mümkündü ama nedense kalem-kağıt ikilisini tercih ettim. Aslında öyle nostaljik bir insan da değilim. Hatta bu tür nostaljileri çok avam bulduğumu belirtmem lazım. Eski şeylere sırf eski oldukları için romantiklik atfetmek en politically correct (siyasal olarak doğru diyor internetteki sözlük, o kadar mot-a-mot ben de çevirirdim) deyişle, hoş değil.

Kafede en köşedeki masaya oturdum. Burası daha güvenli çünkü. Neyden sakınıyorsam artık. İçgüdüsel olarak kendimi diğer insanlardan uzağa koydum. Bana zarar gelsin istemiyorum. Yalnızım çünkü. Başıma bir şey gelse yanımda benimle ilgilenecek sadece yabancılar var. Dilimi bile konuşmayan yabancılar. Ben onların dilini konuşuyorum şükürler olsun ki. Bu kısımlar biraz gerçek biraz değil mi acaba? Hayatımın özetini de yazıyor olabilirim. Ama okur olarak sen ne anlıyorsun acaba bundan? Sen diyorum, umarım alınmıyorsundur. Aslında siz demeyi daha çok severim tanımadığım insanlara. Aramıza bir mesafe koymak için çoğu zaman. İnsanları sevmeyen, mizantrop bir insan izlenimi vermek istemiyorum aslında. Fakat biz böyle öğrenmişiz. İlk önce kendini sakınacaksın, önce karşıdakini tanıyacaksın, ondan sonra kendini tanıtacaksın. Hep bir rol yapma hali. Batıda şehirlerde büyümüş diğer kürtler de böyle mi acaba? Şimdi kendi deneyimlerimi herkese mal etmeyeyim.

Evet, aslında ben de biliyorum insanlarla iletişim kurunca başıma kötü bir şey gelmeyeceğini. Hatta buraya gelmeden önce bir süredir iletişim içinde olduğum güzel bir fransız hanımefendisine bir mesaj atıp bir randevu koparmayı deneyebilirdim ama yapmadım bunu. Cesaret edemedim. Cemil bey ne güzel yapmış oysa. Ben yapamadım, şimdi bir kafenin en ücra köşesinde tek başıma saçma bir yazıyı kaleme alıyorum. Hayır, biliyorum bilgisayarla yazdığımı, ama yan anlamıyla kullanmak istiyorum bunu.

Neyse, kendi kafamdaki karışıklığı daha fazla buraya size empoze etmek istemiyorum açıkçası. Yazıyı babam Mele Miheme’nin, el yazısıyla, kalem ile, bir A4 harita metod defterine yazdığı, dedem Mele Yusuf’un hayatına dair kısa bir pasajla bitirmek istiyorum. Qûçe köyünden Paris’in ara sokaklarında bir kafeye uzanan masif bir hikayenin başlangıcı gibi bir şey, ama tam da değil. Dediğim gibi, konuyu aslında değiştirmek istemiyordum. Ama konuyu sürdürmek zor. Güvenli değil sanki. Ama olsun. Şu anda oturduğum köşede güvendeyim.

Saygılarımla ve daha da önemlisi sevgilerimle

Aleksi – 3 Mayıs 2014, Paris

….
Tekrar Qûçe köyüne dönersek, bu köy hepsi yakın akrabadırlar. Otuz-kırk hanelik bir köydür, büyükleri babamın dedesi Osman’dır. Kendisinin konağı ve diwanı vardır. Iğdır’da develeri olan tek ailedir. Birkaç yüz koyun ve yük taşımakta kullanılan öküzleri vardır.
Osman’ın iki oğlu vardır. Büyük oğlunun adı Ebdo’dur. Küçük oğlunun adı ise Abbas’tır ve yakışıklı bir gençtir. Osman için delalidir yani iş yapmaz en güzel. Köyün de delalisidir. Büyük oğlu Ebdo’nun yedi, sekiz oğlu vardır. Bunlardan bir veya ikisi evlidir. Ebdo’nun büyük oğlu dedem Abbas’ın yaşındadır. Bütün bunlar büyük aile olarak birliktedirler. Abbas da evlidir. Üç çocuğu vardır. Büyüğü babamdır. Ondan iki yaş küçük bir kız en küçüğü ise bir erkektir. Kızın adı – ki benim halamdır - bilinmiyor. Oğlanın adı – ki benim amcamdır – Abdullah’tır. Babam dört yaşındayken dedem Abbas yirmi küsür yaşında vefat eder. Onun vefatı babası Osman’ı ciddi anlamda sarsar çünkü çok sevdiği en küçük çocuğunu kaybetmiştir. Geride dul ve genç bir gelin, üç tane de torun kalmıştır. En büyüğü babam dört yaşındadır, en küçüğü abdullah üç aylıktır. Kürtlerde bir gelenek var, bu durumdaki dul kadınlar ev içinde bir erkekle evlendirilirler. Böylece dul kadın evlenmiş olur, hem çocuklar babasız kalmazlar. Ancak burada Osman’ın evinde (dul) gelinini evlendirecek bir erkek yok. Tek oğlu vardır, o da yaşlıdır. Abbas’ın vefatından yaklaşık bir yıl sonra osman dul gelinini kendi köyünnde bir yeğeniyle evlendirir. Böylece üç torununu babasız, gelinini de dul kalmaktan kurtarır. Bu evliklikten sonra babam ile iki yaş ondan küçük olan halam dedelerinin yanında kalır. Ancak babam hep annesine gider, zaman zaman annesi Osman’ın evine çocuklarının yanına gelir. Bu durum 1918 yılında köy yıkılmadan bir yıl önce babamın dedesi Osman da vefat eder. Ondan sonra da babam amcasının velayetinde kalır. Osman torunu olan babamı çok seviyor. Hem oğlu Abbas’tan hatıra kaldığı için hem sarışın ve çok güzel bir çocuk olduğu için.
Osman konak sahibidir. O yıllarda Batum büyük bir ticaret merkezidir. Rusya, İran ve Arabistan arasında mal transferinde büyük rol oynamaktadır. Bu bölgeler arasından mal nakliyesi kervanlar aracılığıyla yapılmaktadır. Qûçe köyü ise bu kervanların yol güzergahındadır. Kervanlar bu köyü mola yeri olarak turuyorlar. Köyün ağası durumunda olan Osman’ın konağından yararlanırlar. Ve her gelişlerinde mutlaka Batum’dan Osman için bir hediye getirirler. Bakır ev aletleri, çeşitli zahire maddeleri, çay ve kent şeker (büyük levhalar halinde şeker) gibi eşyalar. Bu arada osmanın torunu Yusuf’u çok sevdiğini bilirler. Bir gelişlerinde – ki bu son gelişleri olmalı – o yörelerde hiç bulunmayan rus çocukları için özel olarak yapılan çûxtan –bugünkü kaşe kumaşı gibi bir şey – dizlerinin altına kadar inen kaban gibi bir palto yusuf için bir hediye getirirler. Biraz büyüktür ama olsun. Çünkü yörede hiçbir çocuğun üzerinde böyle bir kaban yoktur.
Bu kabanın rengi siyahtır, iri düğmeleri vardır. Ön kısmı, kolları, yakası sırmalıdır. Geniş yakalıdır ve çok kalındır. Yusuf bu kabanı dedesinin sağlığında sadece birkaç sefer o da özel günlerde giymiştir. Giydiğinde, dedesi, yürü bakayaım diyor ve çok seviniyor, Yusuf’u çağırıyor, kucaklıyor, öpüyor ve haydi git diyormuş. Yusuf kaybolduğunda üzerinde bu kaban varmış. 1918 yılının başlarında Rus ordusu – artık bolşevik ordusudur – Iğdır’ı da terk etmek üzeredir. Arkalarında ise ermeni köyleri ile birlikte yezidi köylerini de kaderiyle başbaşa bırakarak. Arkalarında ise ittihat-terakki subaylarının komutasındaki osmanlı ordusu gelmektedir. İşte ermeni ve yezidi köyleri için felaket başlamıştır. Bu felaket neticesinde yüzlerce köy yakılıp, yıkılmaktadır. Onbinlerce insan ölmektedir. Bu insanlar canlarını kurtarmak için Aras nehrini geçerek erivana doğru kaçarlar. İşte böyle bir ortamda yüzlerce çocuk anne ve babalarını kaybederek, çaresiz, aç, korumasız, ortada kalırlar. Bu günlerde yusuf sekiz yaşındadır ve kimsesiz kalan yüzlerce çocuktan sadece biridir. Onunla birlikte, ondan üç yaş kadar büyük halasının kızı ayşe de ortada kalmıştır. Artık kendileri dışında onları koruyan kimseleri yoktur. Birbirlerinin ellerini hiç bırakmadan ayakta durmaya çalışmaktadırlar.

….

4/24/2014

1915 ile Bireysel Yüzleşme




“Yakın tarihin ağır yükü altında, kelimeler yetersiz kaldığında insanların yaptığını yaptım böylece milyonlarca öldürülmüş insanı andım" 
Willy Brandt

Başbakan olarak ilk resmi ziyaretini 1970 yılında Polonya’ya yapan dönemin Federal Almanya Başbakan’ı Willy Brandt, önceden planlanmayan ve hiç kimsenin beklemediği şaşırtıcı bir şekilde Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökmüştü. Diz çöktüğünde tek kelime etmemiş olmasına rağmen, bu hareketi ülkesi adına soykırımdan dolayı dilenmiş bir özür olarak algılanmış ve Almanya’daki tartışmalara rağmen tüm dünya kamuoyunda büyük takdir toplamıştı. 2011 yılında CHP’yi ve kendisi de Dersimli olan ( yoksa Akşehir miydi?) Kemal Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırmak amacıyla, Başbakan Erdoğan sözü Dersim’de yaşananlara getirip “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum” dediğinde Willy Brandt’ın diz çöktüğü bu görüntü yine akıllara gelmişti. Böyle bir literatürün var olduğu Willy Brandt’ın diz çöktüğü görüntüyle ya da David Cameron’ın 1972’deki “Kanlı Pazar” olayı için Kuzey İrlanda’dan özrü ile aşikar olduğu halde, özür dilemenin gerekliliği bir daha hiç sorgulanmadan tüm konuşmalar unutulup gitti.

Başbakan Erdoğan'ın 23 Nisan günü yayınlanan, 1915’te yaşananlar ile ilgili açıklaması da elbette ki tekrar Willy Brandt’ı akıllara getirmiş olmalı. Dersim konusundaki özür tartışmalarının, siyasi rekabette avantaj sağlayıp CHP’yi köşeye sıkıştırmak amaçlı olduğu gün gibi ortada olduğundan, bende uyandırdığı etki kesinlikle Ermeni meselesi ile ilgili dilenen taziye dileklerinin yarattığı şaşkınlıktan daha az oldu. Muhafazakâr bir iktidar için, Kürt meselesinin çözümü konusunda din kardeşliği üzerinden tabanını daha kolay ikna etme kabiliyeti söz konusuyken, Ermeni meselesi gibi bir tabuyu gündeme getirip taziye dileğinde bulunmak gerçekten cesaret gerektirdiği için elbette ki yarattığı şaşkınlık daha büyük oldu. Şunu da belirtmek gerekir ki, 1915’te yaşananlar için devlet adına Ermenilerden, Willy Brandt’ın yaptığı gibi, özür dilenmesini beklemek ( hele bir de kendi döneminde yaşanan hiçbir acıdan dolayı bugüne kadar özür dilememiş olanlardan beklemek ) sadece saflık olur. Ancak, yaşananlar için devletin özrü kadar bence önemli olan, yaşanan trajedilerin azmettiricisi olan İttihat ve Terakki'nin tetikçi olarak kullandığı dedelerimizin günahları ile yüzleşebilmek ve bireysel olarak dedelerimiz adına özür dilemektir.

Sovyetler Birliği’ni yönettiği dönemde milyonlarca insanın ölümünden ya da sürgününden sorumlu olduğu iddia edilen Stalin’e mal edilen bir söz vardır: “Bir insanının ölümü trajedi olurken, milyonlarcasınınki istatistik kalıyor...” Kendimizi tüm yaşananlardan soyutladığımız ve hiçbir mesuliyet almadığımız için, 1915’de yaşananları soykırım olarak kabul edenlerimiz için de “her şeyi önce onlar başlattı, bizimkiler sadece tehcir ettiler” diyenler için de bir zamanlar bu topraklarda yaşayan milyonlarca Ermeni’nin ölümü ya da tehciri istatistikten ibaret kalıyor. Bir zamanlar beraber yaşadığımız insanların başından geçenleri öğrendiğimizde, dedelerimizin komşularının hikâyelerini duyduğumuzda ya da yakınlarımızın şahit olduklarını duyduğumuzda işin trajedi boyutunu ancak görebiliyoruz.

 


Kaynak: Ottoman Population 1830-1914, Demographic and Social Characteristics, Kemal H. KARPAT, The University of Wisconsin Press

Dedesinden ya da ninesinden, zamanında beraber yaşadıkları Ermeniler hakkında hikayeler dinleyenimiz çok azdır, hatta eminim ki birçoğumuz zamanında dedelerimizin yaşadığı topraklarda Ermenilerin de yaşadığından habersiziz (defineciler hariç). Yukarıda yer alan tabloya bakınca, işin trajedi boyutuna tanıklık edenlerin aslında çok da uzağınızda olmadığını anlayabilirsiniz. 1915 yılına gelindiğinde Ermeniler bu ülkenin her köşesinde yaşıyorlardı; her şehirde evleri, arazileri, malları ve mülkleri vardı. Eğer bugüne kadar büyüklerinizden Ermeniler hakkında hiçbir hikaye duymadıysanız, ailenizin malında mülkünde Ermenilerden kalan ya da yağmalanan bir şeyler olduğundan şüphe etmemeniz için hiçbir neden yok. Burada belirtmek gerekir ki Ermeni meselesi ile yüzleşmenin önündeki en büyük engel de milyonlarca insanın arkasında bıraktığı ya da daha gitmeden elinden zorla alınan malların ve mülklerin varlığıdır. Eğer çevrenizde o günlere tanıklık etmiş insanların anlattıklarını dinlemiş birileri varsa biraz irdeleyince yüzleşecek şeyler olduğunu belki siz de görebileceksiniz.

Dedelerimin Mirası
Her ne kadar dedelerimin yaşadığı köyde Ermeniler yaşamamış olsalar da Kiğı ve çevresinde Ermenilerin önemli bir nüfusu olduğunu biliyordum. Dar bir vadi içinde kurulmuş, etrafı yüksek dağlarla çevrili olan köyümüze Ermenilerin yolu düşmemişti. Dedemin, Cihan Harbinden önce Kiğı’da Ermenilerin yanında uzunca bir süre çalıştığını da babamdan duymuştum. Ayrıca, kuzenimin büyük dedesinin de aslen Ermeni olduğunu daha önce biliyordum. Hamidiye Alaylarına dâhil edilmediği için devletin silahlarını o zaman kadar da hiç kullanmamış olan ve devletle de arası pek iyi olmayan Karerlilerin, Ermenilerin canlarının ya da mallarının talan edilmesine dahil olmamış olmaları benim için bir teselliydi. 

Kısa bir süre önce Karerli Mehmet Efendi’nin Yazılmayan Tarih - Anılarım kitabını okurken, 1. Dünya Savaşından Şeyh Sait İsyanına, İstiklal Mahkemelerinden Dersim katliamına dönemin önemli birçok olayına tanıklık etmiş bir insanın Hüseynik’te yaşayıp da anılarında Ermeniler hakkında tek kelime söz etmemiş olmasını çok ilginç bulmuştum. Ne Karerli Mehmet Efendi’nin Rusların ilerleyişinden dolayı kaçıp Karer’den gelen muhacir hemşehrilerini yerleştirmeye çalıştığı arazilerin kimin olduğuna dair, ne de kendisinin edindiği ve elinden alınmaması için dönemin Elazığ vekili yazar Mahmut Şevket Esendal ile beraber Umum Müfettişi İbrahim Tali’ye karşı mücadelesini verdiği arazilerin kimden kaldığına dair kitapta tek bir kelimenin olmayışı şüphelerimi belli bir yöne çekti.

Karerli Mehmet Efendi’nin anılarından dolayı kafama takılan bu şüphe, kendisi Elazığ’a yerleşmiş olan Karerli Mehmet Efendi’nin memleketi olan Karer’de 1915’te neler olduğuna dair bende soru işaretleri uyandırdı tekrar. Ermeniler, yerleşmek için Karer’i tercih etmemişti ancak dedelerimin kaçıp gelip sığındığı bu bölge, tıpkı Dersim gibi Ermeniler için saklanmaya uygun bir yerdi. Kiğı’dan kaçan bazı Ermenilerin Karer’e sığınmış olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak çevremde küçük bir araştırma yaptım ve duyduklarım 1915’e dair en azından kendi ailemde ve köyümde de yüzleşilecek gerçeklerin olduğunu gösterdi.

24 Nisan 1915’de İstanbul’daki Ermenilerin ileri gelenlerinin tutuklanıp Anadolu’ya doğru yola çıkarılmalarıyla başlayan fırtına kısa bir süre sonra Kiğı’ya da ulaşmış, bölgede yaşayan Ermeniler için devletin sürgün kararı daha uygulamaya konmaya başlamadan; Ermenilerin canları, malları ve mülklerine yöre halkı el koymanın telaşına düşmüştü. Başlarına neler geleceğini bilen Ermeniler, önce en azından fırtına dininceye kadar sığınabilecekleri bir yer bulmak amacıyla daha sonraları umutları tamamen tükenince ise kendi akıbetlerinden çocuklarını koruyabilmek için güvenebilecekleri insanları bulmak için Karer’e de sığınmışlar. Temran köyünde dedemin birkaç yıl yanında çalıştığı aile de kendilerini koruyup saklayabileceği umuduyla dedemin ailesini bulup yardım istemiş. Dedemin ailesi, devletin ve ağanın korkusu ile gelen aileyi saklamaya cesaret edememiş. En azından kızını kurtarabilmek için, eğer dedem kızları ile evlenirse, aile epey bir mal ve mülkünü dedeme bırakacağını söylemiş, ancak dedem köyünden başka bir kızı sevdiği için bu teklifi de kabul etmemiş. Dedem daha sonra sevdiği bu kız ile evlenmiş, ancak kısa bir süre sonra köylerinin Rus işgalinde bir cepheye dönüşmesi nedeniyle Malatya’ya göç etmek zorunda kaldıklarında, ailemin diğer birçok bireyi gibi bu kızda yolda tifüsten dolayı ölmüş. Dedelerimin sahip çıkamadığı bu Ermeni ailenin akıbetini bilmiyorum, ama dedelerimin engel olamadıkları trajedilerin da yaşanmış olmasının utancını ve üzüntüsünü bugün yaşıyorum. 

Bu anlattığım hikayeye ek olarak, hakkını teslim etmem gereken aile bireylerimin de o dönem olmuş olması benim için ufak da olsa bir teselli. Karer’e sığınmış ve Karerliler tarafından saklanarak bir süre korunmuş, daha sonrasında da Rusların işgal ettiği bölgelere kaçırılmış Ermenilerin de olduğunu öğrenmiş olmam benim için yine bir teselli olmuş oldu. Devlet ya da devletin yereldeki temsilcisi olan ağanın baskısına rağmen, bahsi geçen Ermenilerin saklanmasında ve korunmasında payı olan dedemin abisi Memed Werqé’nin de yeri gelmişken ruhu şad olsun.

Elbette ki 1915’te Karer’de yaşananlar sadece bu anlattıklarımdan ibaret değildi, örneğin ağanın akrabası tarafından yüklü miktarda altın karşılığında himaye edilen ve çoban olarak çalıştırılan Ermeni çocuklarının da Karer’de yaşamış olduğunu biliyorum. Eminim ki daha kapsamlı bir sözlü tarih çalışmasıyla bile, sırf 1915’de yaşananların kıyısında kalmış olan Karer’de bile yüzlerce insanın trajedisine tanıklık etmek mümkün. Yaşananları biraz olsun araştırarak, hatıralarda saklı kalan şeyleri ortaya çıkararak istatistik niteliği taşımayan gerçeklere ve trajedilere ancak ulaşabilir ve yaşanan acılar ile yüzleşebiliriz. Ne 1915’i toptan reddetmek, ne her şeyin karşılıklı gerçekleştiğini iddia etmek ne de tüm yaşananların sorumluluğunu Osmanlı’ya ya da İttihatçılara atıp işin içinden çıkmak mümkün değil. Hepimizin yüzleşmesi gereken gerçekler var; dedelerimiz ya bizzat öldürdüler, ya ihbar ettiler, ya Ermenilerin mallarını ve mülklerini talan ettiler ya da olup bitene seyirci kaldılar, çok azımızın dedeleri ise bu utanca ortak olmadılar. Bu gerçekler ile yüzleştiğimiz gün Willy Brandt gibi hepimizin dizlerinin bağı çözülecek ve yaşananlar için dedelerimiz adına, kimin haklı olduğu hesabına hiç girmeden, özür dileyeceğiz.

4/14/2014

Dümdüz yazıyorum



Sonra belki süsleriz de. 13 nisan pazardı. Bu bloga giriş yazısını yazmamdan yaklaşık 6 yıl sonra. Önceki gece bizde kalan bir çifte yatağımı verdiğim için bro’nun yatağında uyandım. (fiilen yalnız yaşadığım koca ev ve kendimden biz diye bahsetmem yadırganmasın) Yatağımı verdiğim çift sabahın 8'inde usulca çıkarlarken duymuştum. Salonda uyuyan Didem’in hala orada olduğundan emindim. (oturduğum evin iki katlı olması yadırganmasın) Salona indim. Didem uyandı ve hemen çıkmasının gerekliliğini anlattı ve çıktı. Semi’nin beni davet ettiği bruncha gitmekte tereddüt ettim. Bir gece önce Didem’in ısrarıyla telefon numarasını istediğim, yaklaşık üç hafta önce gayrı meşru yollardan attığım bir mesaj ve peşi sıra yolladığım mesajlardan hoşnut olmadığını anlamama rağmen her nasılsa randevu kopardığım, buna rağmen hala ‘face’ te arkadaşım olmayan ancak o gün saat 5 için sözleştiğimiz hanımefendiyi buluşma yerini öğrenmek için ne zaman aramam gerektiği konusunda tereddüt ettim. (hiçbiri yadırganmasın) Randevuya gitmek konusunda tereddüt ettim. Dişlerimi fırçaladım. Bu aralar sabahları dişlerimi fırçaladıktan sonra 5 dakika öğürerek öksürüyorum. Öğürdüm, öksürdüm. Giyindim. Bahara uygun giyinmek istedim. Bahara uygun giyindim. Bruncha gittim. Şampanya içtim.(kahvaltı etmeden şampanya içmem yadırganmasın) Bir Hollandalı'ya mandabatmazın ne demek olduğunu anlatmaya çalıştım. Zümbrüt’ün saçlarının nasıl da ağarmış olduğunu farkettim.(Birinin adının bu şekilde yazılıyor olması yadırganmasın) Saçma sapan anılar anlattım. Randevudan önceki son 2 saatimi geçirmek için stüdyoya gittim. Sakalsızlığım bir kere daha kutsandı ve kutlandı. Gençleştim. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde, döndüğüm gençliğin, benim gençliğim olmadığı saptanacaktı. Randevu yerine gittim. Birgün gazetesinin tamamını okudum. Gelmeyebileceği ihtimalini hatırladım. Aramakta tereddüt ettim. Geldi. O doğduğu zaman 6 sayısını ne kadar sevdiğimi hatırladım, dile de getirdim. Güdük ilişkimizi yapısöküme tabi tutmaya çabaladım. Sorular sordum. Öğrendim. Bana, yazdıklarımı ne şartlarda okuduğunu anlattı, ben ona ne şartlarda yazdığımı anlattım. (Sizin bunları ne şartlarda okuyacağınız konusunu umursamıyor olmam yadırganmasın) Sinemaya gitmeye davet ettim bir gün. Kabul etti.  En son neden geldiğini sordum. ‘Bir arkadaşına senden pek de bir şey eksiltmeyeceğini düşünerek bir şey yaparsın ya, onun gibi bir şey’ cevabını aldım. Düşününce bana acıdığını buldum. (Kahvaltıdan önce şampanya içen birine acıması yadırganmasın ) Ayrılırken sarıldı. Sevindim. Edin’e rastladım. (Birinin adının Edin olması yadırganmasın) Edin bir alem çocuk. Atlas sinemasına gittik, mesela yıkılmamış olsaydı Emek sinemasına gidiyor da olabilirdik. (Yıkılmış olması kuvvetle yadırgansın) Muhsin Bey’e bilet sorduk. (Restore edilmiş bir Muhsin Bey’i sinemada izlemek istememiz yadırganmasın) Muhsin Bey’e bilet yoktu. Kapıda o seansta Atlas’taki filme bilet satmaya çalışan adamdan filmin ne olduğuna bile bakmadan iki biletini aldık. Juliette Binoche'lu romantik komedi galasına girdik. Bir frigo karşılığı göğsüme, tam kalbimin üstüne nabız ölçer taktırdım. Film başlamadan frigoyu bitirdim. Çişimi tuta tuta izledim. Filmden önce Edin bana bira ısmarlamıştı. (Filmden hemen önce bira içen birinin film boyunca çişini tutması yadırganmasın) Film Shakespeare'ın ‘bir yazgününe mi benzetsem seni’ dizesiyle bitti. (Pek çok çeviri arasından bunu seçmem yadırganmasın) en azından bu filmi izlerkenki kalp atışlarım, bir grafik halinde elimde olacak diye sevindim. Sakalsızlığıma şaşıracak birkaç insan daha gördüm. Bar inşa planı konuştum. Eve döndüm. Çok huzurlu sayılmazdım. Yaşlanmış da hissetmiyordum. Döndüğüm gençlik benimki değilse kimindi? Asansörden inerken bir an için, aynada kendimi Jim Morrison'a benzettim. (Birkaç gün önce üç Yoko Ono ile otururken, ismi Agit olan bir garson; pek çok iltifatın ardından beni John Lennon’a benzetmişti. (Böylesine adıgüzel ve tatlı birinin beni John Lennon’a (senin John Lennon’la ne alakan var diyenlerin, saçımın uzamış olduğunu ve o sırada yuvarlak gözlüklerim olduğunu bilmemesi yadırganmasın) benzetmesinin ardından kendimi bir an için Jim Morrison’a benzetmem yadırganmasın))(parantez kullanmaktaki becerimin mühendislik formasyonu almış olmamdan kaynaklanıyor olması yadırganmasın) Viskim kalmamıştı. Uyuşturucu da kullanmıyordum. Ölmek için 27 yaşına dönmeye çalışan, 30 yaşında, kaybeden bir rockstarın bir pazar gününü dinlediniz, dedi radyodaki ses. Kaç pazar daha vardı acaba? Bu arada tabi ki hanımefendiye yine bir e-mail gönderdim. Ekinde de şu şarkı vardı. (Buraya kadar hiç paragraf yapmamış olmam yadırganmasın)

dinlememiz yadırganmasın


meanwhile, somewhere/ aynı zamanlarda, bir yerlerde
(ingilizce biliyor olmamız yadırganmasın)
yani bunlar olurken ya da bu yazı yayına hazırlanırken, ismet özel’in jazz’ı, bilinen tüm jazzlardan daha çok yürürlükte idi. (ismet özel’e rağmen ismet özel’i sevenlerin birleşmesini istemem yadırganmasın) Aleksi, Paris’e bilmemkaç kilometre ötede, hiç ziyaret edemediğimiz yerleşkesinde, belki bizi ne kadar özleyip sevdiğinin farkındayken; dünya insanının ya da onun şehirlerinin dertlerine kafa yoruyordu. Saçlı İstanbul’a gelmeye hazırlanıyordu. (Saçlı, saçlarının bir kısmını döktü, yaşasın hem eski hem yeni saçlı diye haykırmam yadırganmasın) Dânâ, bir isim bulmaya çalışıyordu. (Kamuoyu önünde ona isim önerimin ’Agit’ olduğunu açıklamam yadırganmasın) Yutun beraber beklediğimiz barbarları nasıl karşılayacağımızı düşünüyordu. (Bizim beklediğimiz barbarların Dânâ’nınkilerden farkının ayrı bir yazının konusu olması yadırganmasın). Adını zikeredemediğim pek çok dostumuz da sevdiğini söyleyebileceği ne kadar dostunun olduğunu farketmekteydi.

Saçımız, sakalımız bugün var, yarın yok. Ya da bugün yok, yarın var. Saçımızın ve sakalımızın tırnaklarımız gibi, öldükten sonra bile bir süre uzayacağının farkında olmamız yadırganmasın. Farklı barbarlarımızın olması yadırganmasın. Siz siyasetteydiniz bir noktada, bu yazıyla siyasetten uzaklaşıp siyah ete yada bir siyah sete gitmemiz yadırganmasın.

Neticede burada yazılanlar  ha yal ürünü ha hayal ürünü. 'Yal'ın bulmacalarda çok sorulan bir kelime olması ve köpek yiyeceği demek olması yadırganmasın. Köpek yiyeceğinin ürününün köpekteki enerji olduğu da

3/23/2014

Barbarları Beklerken

“Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?
bugün barbarlar geliyormuş buraya“

Barbarları beklerken, Konstantinos Kavafis


Abdülhamit’i deviren İttihatçıların, Abdülhamit’ten devralıp İttihat ve Terakki’nin vârisi olan Cumhuriyet’e emanet ettikleri korkular üzerinden ülkeyi yönetme ve siyaset üretme geleneği Lozan’dan günümüze kesintisiz olarak farklı şekillerde vücut buldu. Kimi zaman şeriat, kimi zaman komünizm kimi zaman kürtler üzerinden toplumda yaratılan barbarları bekleme hali devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün teşkil etmesini sağlayan en önemli etken oldu. Tarihi, birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günlerin toplamından oluşan Türkiye Cumhuriyeti,  şeriatçı ya da komünist barbarlarının istilası tehlikesi ile zaman zaman karşılaşmış olsa da ihtiyaç duyduğu birlik ve beraberliği kesintisiz olarak ancak kürt barbarların istilasını beklerken sağlayabildi.

Son zamanlarda AKP hükümeti ve Erdoğan’a karşı Gezi, yolsuzluk operasyonu ve ses kayıtları üzerinden yürütülen haklı muhalefet, bütün çabalara(!) rağmen AKP’nin surlarında ciddi gedikler açıp AKP seçmeninden önemli bir kitleyi henüz koparabilmiş değil. İktidar üzerinden sağladıkları menfaatler çevresinde birbirlerine sımsıkı şekilde kenetlenmiş, bugüne kadar elde ettikleri kazanımları kolay kolay terk etmek istemeyen menfaat gruplarının koalisyonundan teşekkül etmiş bu seçmen kitlesini AKP’den koparabilmek için öne sürülen son koz olarak, yine ve yeniden, bölücü barbarların sınıra dayandığı haberleri kale surlarının içinde dillendirilmeye çalışılıyor. CHP ve MHP’nin seçmen kitlesi tarafından sıkça dillendirilen (AKP’nin seçmen kitlesi içinde korku tohumu olarak ekilmeye çalışılan) özerklik ve bölünme propagandası, 30 Mart yerel seçiminin galibi kim olursa olsun 30 Mart sonrasının gündeminin milliyetçi söylemler üzerinden gelişmesinin ve siyasetin yön belirleyicisinin milliyetçilik olmasının sebebi olacak.

MHP’nin geleneksel politikası ile tezat oluşturmayan bu milliyetçi söylem, özellikle İstanbul ve Ankara’daki AKP taraftarı olmayan seçmeni kendi çatısı altında toplamaya çalışan CHP için (partinin tarihi göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı olmasa dahi, güncel birleştirici politik söylemi için) büyük çelişki oluşturuyor. CHP’nin seçmen kitlesinin sosyal medya üzerinden yaygın olarak dillendirdiği “bas geç” (ki bu ifade ehven-i şer olmanın derin acizliğini taşıyor) ve “oylar bölünmesin” (ki CHP’nin yıllardır elle tutulur bir alternatif politika üretmemesine rağmen ikinci parti olarak kalmasını sağlamıştır) söylemleri, HDP’e fikren yakın olan kitleleri AKP karşıtlığı üzerinden Sarıgül’e oy vermeye yönlendirmek için yoğun şekilde dayatılıyor. Peki yönetim kadrosunu kürtler, aleviler, gayrımüslümler ve orta sınıf (sosyalist) kentlilerin oluşturduğu HDP’nin oylarını bu söylemle, hem de HDP’yi bir yandan açıkça bölücülük ile itham ederken, CHP’ye aktarabilmek mümkün müdür?

HDP’nin oluşumunda büyük pay sahibi olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının 2011 seçimlerinde çeşitli mahallelerde aldığı oyları göz önünde bulundurursak” tatava yapma, bas geç” diyenleri de çene yormaktan kurtarmış oluruz. Ortamlarda Sırrı’ya oy vermekle övünen sanatçı ve sanat sevicilerin mukim olduğu Beyoğlu’nun Cihangir semtinde Sırrı Süreyya Önder 2347 oyun ancak 262’sini (% 11) alabilmiş. Aynı ilçede kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Çukur mahallesinde 1925 oyun 1002’sini (%52), Bülbül Mahallesinde ise 2675 oyun 997’sini (%37) Sırrı Süreyya almış. Alevilerin (önemli bir bölümünü de alevi kürtlerin oluşturduğu) yoğun olarak yaşadığı Sarıgazi’de (hatırlatmak gerekir ki alevi bir aday olan Sebahat Tuncel bu bölgede seçime girmişti) 8983 oyun 668’i (%7), Gazi Mahallesinde 17473 oyun 1620’si (%9), Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarına gitmiş.  Aynı mahallelerde CHP’nin oyu ise sırasıyla %48 ve %66 olmuş. Nüfusunun azlığından dolayı tam olarak seçmen tercihlerini sandık seçim sonuçları ile ilişkilendirmek çok zor olsa da Gayrımüslimlerin çoğunlukla kentli orta sınıf ile beraber yaşadığı bölgeler olan Feriköy’de oyların % 9’u (CHP %66),  Adalar’da % 6,5 (CHP %48), Bakırköy %2,2 (CHP % 57,4) Blok adaylarına verilmiş. kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ilçelerden Sultanbeyli’de Blok adayı %10 (AKP %68), Esenyurt’da %9,3 (AKP 48) oranında oy almış.

Yukarıda belirttiğim oy oranlarını da göz önünde bulundurup genellemek gerekirse;  alevilerin, alevi kürtlerin ve kentli orta sınıfın halihazırda oy tercihinin zaten CHP’den yana olduğu görülüyor. HDP içerisinde yer alan gayrımüslimler, aydınlar, öğrenciler ve diğer grupların niteliksel olarak HDP’ye katkıları çok büyük olmakla beraber oy olarak katkıları çok sınırlı kalmaktadır. Tabi ki yeni oluşan siyasal sinerji içinde HDP’nin bu kitlenin ilgisini cezbetmesi muhtemeldir ve CHP’lilerin asıl korktuğu da budur. Ama HDP’nin potansiyel seçmenlerini çoğunlukla geçmiş seçimlerde kararsız kalmış olanlar ve zaten CHP’ye oy vermemiş/vermeycek olanların oluşturduğu, bunun da oldukça  büyük bölümünün kürt seçmenlerden meydana geldiği de ortadadır. HDP’li olmayan kürt seçmen de CHP'yi değil de AKP’yi desteklemekte. Bu durum ortadayken, ve HDP’lilere yapılan “bas geç”, “oylar bölünmesin” ve “HDP seçimden çekilsin” çağrılarıyla CHP’ye davet edilen oy havuzunun küçüklüğü belliyken, gözle görülebilir bir etki sağlanabilmesi için bu çağrıların asıl muhatabının kürtler olduğu görülüyor ve kürtler bu çağrıya ses vermediği sürece de bu kampanyanın bir işe yaramayacağı ortaya çıkıyor. O zaman şu soruyu sormak elzem hale geliyor: Bir yandan bölücükle itham ettiğiniz ve ötekileştirdiğiniz bir halktan, öte yandan sadece AKP karşıtlığında birleşerek, hem de elle tutulur açık bir vaat vermeden oy istemek ne kadar mantıklı?

Önceki seçimdeki oy oranları kürtlerin seçim tercihlerini genel olarak ortaya seriyor. Bununla beraber, önceki seçimde CHP’ye oy vermeyen kürtler için hali hazırda İstanbul’da CHP’ye oy vermek için geçerli çok fazla neden de henüz yok. Bugünkü HDP ile benzer seçmen kitlesine (kabaca orta sınıf kentliler, kürtler ve aleviler) sahip Türkiye İşçi Partisi çatısı altında 1960’larda başlayan kürtler ile türk solunun ilişkisi, günümüz ulusalcılarının ataları olan Milli Demokratik Devrim’i savunanlar tarafından sekteye uğratılmıştı. Doksanlı yılların başında SHP çatısı altındaki birliktelik de kürt milletvekillerinin meclisten yaka paça çıkarılmasıyla kürtlerin hafızasında çok acı bir tecrübe olarak yer edindi. Tarihsel olarak zaten çok da iyi durumda olmayan kürtler ve türk solu arasındaki ilişki bugün de CHP içindeki ulusalcılar tarafından pompalanan ve CHP tabanında da ciddi destek bulan milliyetçi söylemlerle pek de düzelecek gibi durmuyor. 90’lı yıllarda keskin şekilde bölünen oyların tekrar bir araya gelmesi sadece AKP karşıtlığı üzerinden olmayacağı gibi AKP’den koparılmak istenen seçmene bölücü barbarlar olarak sunulmaya çalışılan HDP’li kürtlerin, CHP’ye oy basıp geçmesi de kolay kolay gerçekleşmeyecektir.

Son olarak, CHP’nin Menderes’ten beridir sürdürdüğü “hele bir şunu koltuktan indirelim sonra bakarız bir yoluna” tarzı siyaset nereye kadar devam edecek, sürekli yeni barbarlar mı beklenecek? Hali hazırda ortak düşman ve ülkeyi ele geçirmekte olan/geçiren barbarlar olarak sunulan AKP ile ilgili işgal korkuları atlatıldığında beklenen barbarlar olarak yeniden kürtlerin öne sürülmeyeceği garantisini kim verecek? Şu anda açık sözlü olarak kimse vermiyor. Bu nedenle AKP sonrasına dair hiçbir fikri olmayanlar “Tatava yapmayın, basın gidin!”
…ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza. 


Barbarları beklerken, Konstantinos Kavafis


* Katkılarından dolayı Aleksi'ye teşekkürlerimle...





6/03/2012

mutsuz adam

o değil de keşke
yediğimiz kadar büyüseydik
kebap da olur tokat da

neydi o evvelden öğrendiğim
evet menemen yapmak zordur
dibi tuttu usta.

2/10/2012

Mutlu adam

O değil de, şu hayatta aslında mutlu olan insanların listesini düşündüm geçen gün, aşağıya yazıyorum sevgili blogger:

1- Hiç bir şey bilmeyen adam: O kadar bir şey bilmiyor ki, hiç bir şey bilmediğini bile bilmiyor. Haliyle kendi dünyasında çok mutlu. Gıpta ile bakarım bu adama. Sevecen ama biraz da. "Ah canım, kendi dünyasında ne mutlu, dünyadaki kötülüklerden haberdar değil, ne saf, ne temiz" derim içimden. 
2- Her şeyi bilen adam: Aslında hiç bir şey bilmeyen, ama her şeyi bildiğini sanan, bu nedenle kendine inanılmaz güvenen "ya bak ben biliyorum bu hastalığı, kaynımda da var" diye dolaşan insanlar. Karmaşık duygular besliyorum bu adama karşı, neden? Çünkü aslında hepimiz biraz bu adamız. (Ne demek "ben değilim" blogger??!!! Ben biliyorum ya, öyleyiz abi işte, sen de öylesin biraz). 
3- Her şeyi gerçekten de bilen adam: Henüz tanımadım bu adamı, ama bir gün karşılaşırsam ilk iş ağğzını, yüzünüü dağıtmak olacak bu adamın. Neden? Çünkü belli ki hayatın sırrına vakıf olmuşsun, ama yine belli ki bencilsin. 
4- Hiç bir zaman her şeyi bilemeyeceğini bilen adam: Ne kadar uğraşırsa uğraşsın hiç bir zaman gerçekten her şeyi bilemeyeceğini anlamış, kabul etmiş adam. Zeki ama tembel. Hayattan zevk almaya bakıyor, kimseyi takmıyor. Sorumsuz. Ama mutlu. 

Böyle işte sevgili blogger. Bu yazımda da hayata dair dersler vermeye çalıştım sana. 

Optm kib bye. 

1/18/2012

balgamlı

Ya arkadaş o değil de, tkp kendini dağıtsa, "kapattık" dese, sol göbek atacak gibi ya, ha işte tüküreyim ben öyle sola. Gerçi tkp kesin bu tartışmada da taraf değildir ama ben yine de tüküreyim.

12/23/2011

sarko'ya kapak

O değil de sanırım egemen bağış, kral tayyor'un on maddelik yaptırım listesini kastederek, sarko'ya kapak olsun demiş. Bu ne şimdi? Yakında birbirlerine ses efektli hareket çekmeler de başlar. Bana öyle geliyor ki bu üç isimden hangisini alsak diğerlerine çotaa çota vurabiliriz. Mesela al egemeni, sarkoylan kral tayyora vur. Ama sert vur. Ses gelsin.
İşçi partisi de Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır diyor. Hanzo filmini hatırlıyor musun okurcan? Hanzo her şeye armut, hülya ya da meme diyordu. İşte bu da o hesap. Bağlantıyı sen kur. Zaten her şeyi bilgisayardan, internetten bekliyorsun. 3 gün elektrik gitse, arkadaşlarına anlatacak masalın, fıkran yok valla. Bu yazıyı okuduktan sonra hemen kendine fıkralar üretmeye başla bence. Komik olsunlar. Bi de korkunç hikayeler uydurabilirsin.
Futurist bir pembe dizisin sen işçi partisi. Gök tanrı seninle olsun.

12/16/2011

eski sözlük

O değil de sorumluluk, empati , karar vermek, güzellik, alışkanlık, gelecek.... bana bunlarla gelmeyin arkadaş. Gerçek olan tek bir şey varsa o da faremizin artık pembe sıçtığıdır.

10/21/2011

Her sakallı deden, her histeri vicdanın değil

O değil de eskiden evlerde sadece misafir geldiğinde açılan odalar vardı. Bu odalardaki eşyaların üstü örtülü dururdu. Koltukların yüzü unutulur, yeniden görünce şaşırılırdı.

Terör lanetçileri, vicdanınız, duyarlılığınız, yaşam aşkınız, tıpkı bu odalar gibi, ruhunuzun karanlık köşelerinde yeni misafirler bekliyor. Sadece medya "şehit" haberleri pompaladığında oraya girip oturacak bir koltuk aramaya başlıyorsunuz. Ruhunuzun bu misafir odalarında sakladığınız vicdanlarınızı o kadar uzun süredir görmüyorsunuz ki, artık o odadan vicdan yerine intikam, kin, ve öldürme arzusu çıkardığınızın farkında değilsiniz. Vicdanlarınızın üzeri o kadar uzun süre örtülü kaldı ki artık onun hangi örtünün altında olduğunu unuttunuz.

Ulus devlet histerisi ve bu ekonomik olmayan ekonomik sistem dünya üzerinde milyonlarca insanın dilini, evini, huzurunu ve yaşama hakkını elinden aldı. Bir düşünün isterim hırsızın hiç mi suçu yok?

Terör lanetçiliği ve intikam arzusu beyinsizliğin bir göstergesidir. Sırrı Süreyya'nın Einstein'dan aktardığı gibi, “Ahmaklığın en büyük kanıtı aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuçlar beklemektir.”

Nasıl? Pardon... Gencecik insanların ölmesine çok mu üzülüyorsunuz? Yürüyün gidin lütfen. Önce ruhunuzun karanlık odalarına girip doğru örtüyü kaldırın hele. O zaman bu ölümleri nasıl engelleyeceğimizi konuşabiliriz. Şu halde üç vakte kadar gelecek yeni ölüm haberlerinin zeminini hazırlamaktan başka hiçbir şey değil yaptığınız. Kan ve intikam isterken göz yaşlarınızın hiç kıymeti yok.

Unutmayın şehit diye bir şey yoktur, Kandil aslında kapı komşunuzdur ve vicdanınızı bulduysanız eğer 29 Ekim’in diğer 364 günden hiçbir farkı yoktur.

10/19/2011

Bu mudur?

O değil de insanlık yozluğun geri dönülemez noktasından geçti mi ki? Bu soruyla, bu hisle yaşamak çok zor.

beni hoyrat bir makasla
eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar
omzumda bir kesik el
ki durmadan kanar

ah kavaklar, kavaklar
acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar

10/07/2011

Klişe ve Gerçek, Bir Sınır Sorunsalı ya da Pahalı Ayakkabılar*

O değil de klişeyle gerçek arasında çok ince bir çizgi varmış. Bugün bunu öğrendim. O çizginin civarındaydım ama ne tarafta olduğumu bir türlü kestiremiyordum. Bir çift ayakkabıya 250 lira verirken aydınlandım.

Ayak sağlığı çok önemli.

Ayakları şımartmak lazım.

Sonuçta beni ayaklarım taşıyor onlara önem vermeliyim.

Ucuz ayakkabıyı bir yıl giyersin, pahalı ayakkabıyı 4-5 yıl giyersin ordan zaten kendini amorti eder.

Olum çok şık ayakkabılar lan bunlar, X Kundura’da hayatta bulamazsın böyle şeyleri.

….

Ve benzeri cümleler kafamın içinde gezerken aldım ayakkabıyı. Ve tüm bu cümlelerin bir gerçeğe mi işaret ettiğine, yoksa dövülesi klişeler mi olduklarına bir türlü karar veremedim. Yardımınıza ihtiyaç duyuyorum. Acınası haldeyim, o kadar zavallıyım ki yaşanmışlık sözcüğünü cümle içinde bile kullanabilirim. Öyle sefilim yani. Kurtarın beni bu işkenceden.

*Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe**

**Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe***

***Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe****

**** ........ zçar

7/18/2011

Orta Sınıfın Halleri (İyi Orta Gol Getirir mi?)


“İşte orta sınıf; konformizm afyonu yutmuş alıklar sürüsü...”
Jean Baudrillard


Sevgili hafız,

Görüşmeyeli çok oldu, bu arada epey yol kat ettiğimi belirtmek isterim. Şahsım için mekânsal olarak gerçekleştirdiğim mobilizasyon ile yol kat ettiğim kesin olmak ile beraber kafamı meşgul eden bir durum da toplum içindeki konumum olarak da bir mobilizasyon içerisinde olmam. Sol değerlerin yaşadığı hızlı irtifa kaybından sonra sınıf temelli analizler yapmak artık pek rağbet görmese de en azından toplumu (temel parametreleri ekonomik gelir, tüketim alışkanlıkları, eğitim düzeyi vs. olarak alıp)alt-orta-üst sınıflara ayırmak pratik bir sınıflandırma için kolaylık sağlayacaktır eminim. Beyaz yakalı çalışanları orta sınıfa dâhil edersek, bir köylü çocuğu olarak doğduğuma ve bugün de bir beyaz yakalı çalışan olduğuma göre burada da bir mobilizasyon söz konusu demek ki. Kendime dönüp “birader otur oturduğun yerde, kurt mu var bir tarafında, ne işin var ortada? “ diye de sormak istiyorum.

Şimdi kendimi orta sınıfın bir mensubu olarak ele alırsam, Baudrillard’ı yâd edip kendi ayağıma da sıkmış oluyorum.İyi orta her zaman gol getirmiyor, hatta daha kötüsü efsanevi defans oyuncusu Takoz Recep’in Malmö maçında yaptığı gibi bazen iyi orta gelince insan kendi kalesine de voleyi çakabiliyor.

Hafız bir düşün, şu anda ülke ekonomisindeki en büyük sıkıntı ne (işsizlik ve gelir dağılımı eşitsizliği değil, haşaaa!! ); tabii ki cari açık. Ekonomi hızla büyüyor (üreterek değil tüketerek büyüme), yüzde 11 ile ilk çeyrekte dünya rekoru kırmış, önünü tutabilene aşk olsun. Kişi başına düşen gelir de artıyor, her ne kadar inşaatta çalışan Kürt işçi ile Karadenizli müteahhit aynı oranda bundan yararlanmasa da, hatta inşaat işçisinin böyle bir şeyden haberi dahi olmasa da. Orta sınıf da gittikçe şişiyor, adamın kursağına bir topak ekmek girince hemen ayranı kabarıyor hemen artıyor talebi, adamın cebine para girince basıyor parayı alıyor ithal DSLR fotoğraf makinesini, ortalıkta bu kadar çok fotoğraf tutkunu sanat sevicinin dolaşması Kızılay yardımından değil anlayacağın. Böyle olunca da dış ticaret açığı cari açığı körüklüyor. Aç orta sınıfın gözü de doymuyor karnı da belki üst orta sınıf vejetaryen takılıyor ama orta sınıfın geri kalanı et talebini de artırıyor, bir bakmışsın etin fiyatı da fırlamış. Başına gelen tüm kötülükler orta sınıf yüzünden anlayacağın sevgili hafız.

Neyse orta sınıf yemesin tüketmesin demiyorum hafız, tabii ki herkes ekmeğine baksın ama benim bu orta sınıfla alıp veremediğim husus bu değil, başka şey, yoksa benim de orta sınıftan arkadaşlarım var çok mert insanlar. Ekonomik büyümeden bahsettim ama ekonomik büyüme dedikleri kalkınma ile aynı anlama gelmiyor maalesef. Gayrisafi yurtiçi hasıla arttı diye memleket hemen kalkınmıyor. Kalkınmanın gerçekleşmesi için ekonomik göstergelerle beraber sosyal göstergelerde de bir iyileşme gerekiyor. Örneğin orta sınıfın yaşadığı gelir artışı, tüketim alışkanlıklarının şekillenmesi ile caz müziğe olan ilginin artmasına neden olabiliyor, fakat caz müziğe olan ilginin artması tek başına kalkınmışlık göstergesi olmuyor. Ancak farklı olana tahammül etmenin söz konusu olabilmesi ile sanat sevicilik kalkınmışlık göstergesi olabiliyor.(Afrikalı kölelerin isyanının sesi olan caz beyaz Türklerin mezesi oluyor, ahh muasır medeniyeti yüz yıldır yakalamak için yırtınan zavallı çağdaş yaşamçılar ahhhh!!!)

Orta sınıf denen alıklar sürüsünün bir kolu, geçtiğimiz günlerde vatana feda edilen gencecik insanların yasını tutmak için gittikleri caz festivali etkinliğindeydi. Potansiyel Serdar Ortaç, Ebru Gündeş hayran kitlesinin caz sevgisi farklı oluyor tabii, linç kültürünün evlatları çakal sürüsü gibi Aynur’a saldırmayı ihmal etmemiş. Aynı çakal sürüsü Diyarbakır’daki çatışmada oğlunu kaybeden bazı asker annelerinin Kürtçe ağıtlarına da aynı tepkiyi mi vereceklerdi asker cenazelerinde olsalardı?

Ey ortaokullu ergen psikolojisinden kurtulamamış orta sınıf, bak Kalkınma Bakanlığı bile kuruldu sırf sen kalkınabilesin diye, niye kalkınmıyorsun lan bir türlü? Koskoca harf inkılabı, şapka inkılabı bir gecede oldu; sen neden bir gece de kalkınmıyorsun?

6/26/2011

Yurtdışı

- O değil de üç yaşında çocuk geri dönüşümü öğrenmiş. camları, kağıtları falan hep ayırarak atıyor çöpe mesela.
- eee
- Bu minvalde devam et. Yorgunum geyik yapamam.

6/03/2011

sağlı sollu

ya o değil de ne pis bir solmuş türkiye solu ya.
kimse mi birbirini çekemez, herkes mi küfürbaz. biriniz de vakur olun, birinizin de yüzü gülsün, biriniz de ışık saçın ya.
utanıyorum okudukça, yuh.
en çok zikrettiği ile icra ettiği birbirini tutmayandan korkarım ben. önce kendi içini temizle arkadaş. oradaki çabanı bir görelim. zira pislikten maraz doğar. bıktık...

5/29/2011

teklif

- ya o değil de benimle evlenir misin?
- yetmez ama evet.

4/30/2011

Değer mi?

O değil de sevgili blogger hafız, Oscar Wilde ne güzel demiş zamanında. Yani tam olarak 1892’de.

“What is a cynic? A man who knows the price of everything, and the value of nothing”

-Yani, güzel Türkçemize çevirirsek inşallah “O adam(lar) ki her şeyin fiyatını bilip hiçbir şeyin değerini bilmezler, iki yüzlüdür(ler)”.
- Maşallah, pek güzel çevirdiniz hocam.
- Zaten güzel dinimizin, pardon dilimizin gelişmesi için yabancı dilleri mümkün olduğunca az kullanmalıyız. Fakat şüphesiz onları bilmemiz de gerekmektedir inşallah. Özellikle de bir yabancı dil olarak arapçayı bilmemek olmaz.
-Evet hocam, maşallah.

Şüphesiz sevgili hafız blogger, bu cümlede görebilenler için ibretler vardır. (Göremeyenler için de vardır şüphesiz, biz bu ibretleri herkes için yazıyoruz, ama onlar göremedikleri için bu ibretleri alamıyorlar. ) Burada en çok ibret Yutun’un geçen yazısında bahsettiği mekan sahipleri için vardır elbette. Söz konusu cümlede daha derine inersek şunu göreceğiz zaten: “Onlar ki, (bu müziğin) değerini bilmezler (ama) fiyatını iyi bilirler, şüphesiz iki yüzlünün, (şerefsizin, kapitalist sömürücünün) önde gidenidirler”.

Fakat sevgili blogger hafız, biliyorum sen bu blogun sıkı bir takipçisi olarak fiyat ile değer arasındaki farkı elbette biliyorsun ama arada sırada buraya bu blogu okumaya gelen başka insanlar için ben biraz daha açayım. Bu noktada John Ruskin’den bir alıntı yapayım madem.

Value is the life-giving power of anything; cost, the quantity of labor to produce it; price, the quantity of labor which its possessor will take in exchange for it”
 (John Ruskin, Slade Professor of Fine Art at Oxford, 1862)

-Yani diyor ki, “Değer, bir şeyin hayat verebilme gücüdür; maliyet, onu üretmek için gerekli olan işgücü miktarıdır; fiyat ise, onu elinde tutan kişinin, değiş-tokuş için karşılığında istediği işgücü miktarıdır”.
- Afedersiniz hocam, b*k gibi çevirdiniz maşallah.

Burda dikkat edilmesi gereken kavram, sevgili blogger hafız, maliyet. Maliyet denen kavram aslında fiyatı belirleyen en önemli güç. Şöyle ki sevgili blogger, bir insan bir malın fiyatını belirlerken ilk dikkat ettiği nokta, o malın fiyatının maliyetinin üzerinde olmasıdır. Tabi burada şunu anlamayalım lütfen. Bir malın değeri en az o malın maliyeti kadardır gibi bir şey demek istemiyorum. Şüphesiz bir malın değeri o malın maliyetinden az olabilir. Yani bir kaynak israfı yapılmıştır belki de. Ya da çok az maliyetle ürettiğiniz bir ürün inanılmaz değerli olabilir. Fakat tabi ki bu değer denen şey sizin kendi öznel görüşünüz her zaman. Daha nesnel olan şey ise fiyat. İşte Yutun’un asıl sinirlendiği nokta bu.

Konuyu müzik endüstrisi örneğiyle açıklamak gerekirse sevgili blogger, şu şekil bir şey oluyor. Mesela Yutun, benim bildiğim kadarıyla 6 yıla yakındır müzik endüstrisinin içinde. (Hahaha, müzik endüstrisi diyorum Yutun’a gıcıklık olsun diye, ama bence de endüstriyel müzik, sanat, futbol vs. hepsinin canı cehenneme adamım, beni anlıyor musun ha, anlıyor musun? Kahretsin, federaller. Kapatıyorum parantezi hemen.) Bu altı yıl boyunca bu adam oturdu, düm demeden, tek demeden darbuka çalıştı. Yetmedi gitti Lavta çaldı, yetmedi Bas gitar çaldı. Bütün ilkokul hayatı boyunca flüt çalması olayına girmedim bile dikkat edersen. Şimdi bu adam bu çalışmasının karşılığında bir gruplarda çalıp çalıp para kazanıyor. Bu adamın bu müzik üretimi için karşılaştığı maliyet nedir peki? Diyelim ki 5000 saat çalıştı toplamda, saati 50 lira desen, iyi para. Peki Yutun kardeşim bu maliyeti karşılayacak kadar kazanıyor mu? Bence hayır. Taş çatlasa, çıktığı 2 saatlik programdan 100 lira alıyor. Yani saati 50 lira yine. Eee? Bu adamın bundan önce çalıştığı 5000 saatin bedelini kim karşılayacak sevgili blogger hafız? Ben mi? Durumum olsa hakkaten çıkarır verirdim parayı ama durumum yok hafız blogger. İçim kan ağlıyor ama napalım? Harbi soruyorum lan, napalım?

Bir kere sevgili blogger, burada Yutun’un da suçu var bence. Madem senin maliyetin 5000 saat, neden hala saçma sapan paralara gidip program yapıyorsun ki. Ürününün fiyatını neden maliyetinden yukarda tutmuyorsun ki? Yaa. İşte böyle suçu sana atarım Yutun kardeş. Ama dur, sinirlenme hemen. Müziğini satmayacaksın da aç mı gezeceksin sanki. Sen de çaresizsin, biliyorum. Anlıyorum seni. Kısa vadede sadece marjinal maliyetini karşılamak yoluna girmişsin. Neden? Çünkü rekabet var sevgili Yutun. Rakip müzik grupları siz çalmasanız hemen “Abi biz çalarız yarı fiyatına” diye atlıyorlar. Ama onlar da ekmek parası peşindeler. Onlara da kızmamak lazım. Herkes ekmeğinin peşinde.

Bu noktada kim karlı çıkıyor peki? Heee. İşte zurnanın zırt dediği yere geldik. Burada mekan sahipleri karlı çıkıyor. Gibi görünüyor en azından. O adam müzikçalar adamın sırtından para kazanıyor gibi görünüyor. Netekim kazanıyor da. Ama güç bela. Onun da başka başka mekanlarla rekabet etmesi lazım. Onun da akşam eve ekmek götürmesi lazım. O yüzden ne yapıyor, gönderiyor çırağı, 50 liraya üç tane mikrofon aldırtıyor haliyle. Neden? Maliyeti kısması lazım. O adam da ekmeğinin peşinde. Onun için önemli olan müziğin kalitesi değil haliyle. Para kazanmak için çalışıyor o da.

Şimdi Yutun kardeşim (bak kardeşim diyorum, o biçim empati kuruyorum anlamında diyorum bunu) için önemli olan tabi ki para değil sevgili blögır. Onun için önemli olan çaldığı müzikten zevk alıyor olması. Onun ürününe koyduğu fiyat da bu. Yani sevgili blöggır hafız kanka, fiyat sadece para ile olmuyor. Onu söylemeyi unuttum sana yani. Çeşit çeşit fiyat var. Mesela yaşlı adamı karşıdan karşıya geçiyorsun, o da sana dua okuyor, allah sevdiğine kavuştursun diyor. Senin fiyatın bu işte. Adamı beleşe geçirmiyorsun karşıdan karşıya. Ama para verseydi daha iyi olurdu şüphesiz. Sen de böyle bir insansın işte. Defol, yıkıl karşımdan. Fakat sevgili paragöz blogger kanka, Yutun’la kendini karıştırma bak.

- Yutun bir gönül adamı.
            - Maşallah hocam.

Fiyat sevgili blogger, bir arz talep meselesi. Yani mesela senin elinde bir ürün var, onu satmak istiyorsun. Bir değer biçiyorsun o ürüne. Bir başkası geliyor, bakıyor senin ürününe, senin biçtiğin değerden fazla değer biçiyorsa koyduğun fiyattan satın alıyor o ürünü. Ama senin koyduğun fiyattan daha az değer biçiyorsa almıyor artık. Ya da daha da ilginç olan şu: Mesela alıcının biçtiği değer senin biçtiğin fiyattan daha yüksek, ama başka bir adam senin malının çok benzerini daha ucuza satıyor, alıcı da gidip daha ucuz satan adamdan alıyor. Halbuki senin sattığın malı alınca da karlı olacaktı. Ama o daha fazla kar etmek için daha ucuz satan adamdan alıyor malını.

Şimdi şüphesiz sen bunu yapmazsın sevgili blogger. Yani “aman daha çok kar edeyim, o yüzden satın alacak gücüm olsa bile gidip atlet-don takımına 30 lira bile verebilecek kadar para kazanıyorken gidip 3 lira vereyim tahtakalede” diye düşünmüyorsun. Onu biliyorum. Ama böyle düşünen insanlar var. Şüphesiz aramızda değiller onlar. Biz hepimiz süper insanlarız. Ama dünya böyle değil. Bu blogu okumayan başka başka insanlar hep daha çok kar edelim, daha çok kar edelim diye kafayı çizmişler. Heyhat. Hani kızıyoruz ya çok zengin adamlara iki don-atlet takımına 3000 lira verdi diye falan, bence kızmayın. Tahtakaleden 3 liraya alıp kalan 2997 lirayı cebine atsaydı senin için daha mı iyi olacaktı sanki. Soruyorum sana?

Dünyanın kuralı da bu. Ne yazık ki böyle gelmiş. Ama böyle gitmemeli bence. Çünkü neden? Ortada ürettiği ürünleri gerçek değerlerinden değil de ne yazık ki maliyetlerinden satan insanlar yaratıyor bu sistem. Müzisyenler bunlardan sadece bir kısmı, buna benzer bir de sepetçiler var. Marangozlar da aynı sorundan muzdarip. (Mustarip mi yoksa?) Duvarcılar, çiçekçiler, çöpçüler ve akademisyenler için de aynı durum söz konusu. Kimse gerçekten ürettiği değerin karşılığını alamıyor. Mesela sevgili blogger, çöpçü bir hafta gelmese evin-sokağın afedersin b*k gibi kokar. O kokuyu bertaraf etmek için bissürü paralar bayılmaya razı olmak zorunda kalırsın. Ama çöpçü yoldaşım düzenli gelip üç paraya senin çöpünü temizler. O da ekmeğinin peşinde.
Demem o ki sevgili blogger, ne zaman ki çöpçüye gerçekten ürettiği değerin karşılığını vermeye hazır olursun, işte o zaman ürettiğin ürün için kendi biçtiğin değeri istemeye hakkın olur.

Fakat değer dediğimiz kavram da tamamen öznel ve gizli, insanoğlu da tam bir p*çkurusu olduğu için kimse kimseye hakettiği değerin karşılığını vermez. Bu dünyanın düzeni böyle.

Oskar amcanın lafına geri dönecek olursak, bir malı daha pahalıya alacak maddi güce sahip olduğu halde, nerede daha ucuza satıldığını bilip gidip ordan alan ve üçün beşin hesabını yapan adam kadar pis kapitalist yoktur bu dünyada. Haa, ama daha pahalıya alamıyorsan, eyvallah, git ucuzundan al.

-Çok doğru dediniz hocam, maşallah.
-Maşallah, inşallah, kafamı s*ktin sabahtandır, bir yazıyı yazdırtmadın yedi gündür.

23.04.2011 – Toulouse / 30.04.2011 – Paris 

4/18/2011

Bağır daha çok bağır!!!

Ya o değil de Müzisyenin hakkı nedir ve nereden doğar? Bu yazımın temel sorusu bu. Müzisyen her şeyden önce insan olduğuna göre, insan oluşundan kaynaklı hakları saklı ve bakidir. Ama mesleği özelinde hak ettiği çok şey vardır ve bu hakların aslında diğer meslek alanlarındaki haklardan kategorik olarak pek bir farkı yoktur. Her işin sağlıklı yapılabilmesi için belirli şartlar gereklidir ve bu şartların sağlanmasını talep etmek o işi yapanın en temel hakkıdır.

“Davulcunun, zurnacının, çalgı çenginin ne hakkı olabilir ki? En nihayetinde insanları öyle ya da böyle eğlemeyi meslek edinmişlerden bahsediyoruz. Nedir ki yani, 2-3 saat çalıyorlar alt tarafı ne hakkı ne hukuku?” diyenler, topunuzu eşekler öpsün inşallah.

İster okullu ister alaylı olsun, müzisyen toplumun büyük kesiminin hakir gördüğü bir alanda olmasına rağmen gecesini gündüzünü bu işe ayırmış olan bir zattır. Yani bir anlamda topluma rağmen toplumun duygu dünyasına besin olan bir üretimin öznesidir müzisyen. Müzisyen yıllarca hakir görülerek, küçümsenerek, ciddiye alınmayarak, çalışır. Bunun altındaki motivasyon çoğunlukla aşktır. Seslerin büyüsüne aşık olur, onun gücünü tanır ve önünde eğilir müzisyen. Fizikçinin atoma aşık olması gibi bir şey bu. Zaten kurcaladığı şeyin doğasına, yapısına, gücüne, zayıflıklarına kısacası bütününe aşık olmamış olan birisi kurcaladığı ne olursa olsun fazla ileri gidemez. Potansiyelini gerçeğe dönüştüremez. Bunu başardığını zannedenlerin çoğu da başaramamıştır zaten. Aradığını bulamamaktır işin özü. Bulamadığını kabullenmek ama yine de aramaktan geri duramamaktır. İşte bu hislerle çalışır durur müzisyen. Verilen emek hiçbir şey ile kıyaslanamaz (zaten hiçbir emek bir diğeriyle kıyaslanamaz. Bu noktaya ailemizin iktisat uzmanı sevgili aleksi itiraz edebilir, ama tartışmaya açık bile olduğunu düşünmüyorum bunun. onu söliyim aleksi. İstersen okuru etkileyebilirsin ama beni asla, aklından bile geçirme). O yüzden emek sadece 2-3 saatle sınırlı değildir. Yılların emeğidir ve çok değerlidir.

Nedir bu emeğin hak ettiği. Ben henüz başlamış saydığım sahne maceramın şimdiye kadarki kısmından anladım ki, tek bir sözcükle bütün bu haklar tanımlanabilir. Mutluluk. Müzisyenin en temel hakkı sahneden mutlu inebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İyi bir ses sistemi, sağlıklı bir akustik tasarım, enstrümanları tanıyan, yaptığı işi bilen ve hakkını veren bir ses teknisyeni ve mühendisi, kaliteli, ihtiyaçlara yönelik olarak çeşitli ve yeterli sayıda mikrofonlar. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Yani kısacası geriye sadece insan faktörünü bırakan bir takım teknik gereklilikler. İşte bu saydıklarım müzisyenin en temel hakları. Ancak bunlar sağlandığında gerisi müzisyene kalır. Aksi bir aşçıdan tencere, tava olmadan yemek yapmasını beklemek gibidir. Biyologun mikroskobunu alıp 'Haydi araştırmaya devam!' demek gibidir. Yukarıda saydıklarım sağlanmadıysa müziğe gelene kadar çok şey araya girer. Müzisyen ile amacı arasındaki mesafe inanılmaz bir hızla artar.

Bir çok işletmeci bunu kavrayamaz. Keşke böyle olmasaydı, ama maalesef bir çoğu paradan başka bir şeyi düşünmez, düşünemez. Sonuç müzisyenin önünde yeni bir engel daha çıkmasıdır. Zaten toplumsal algının acımasızlığına rağmen yaptığı bu değerli işi, bu sefer de para hırsının kesintici zihniyetine kurban eder. Ama işletmeci burada da durmaz. Ses sisteminin zavallılığına aldırmaksızın mekanını insan doldurmakla yükümlüdür o. Bazı mekanlar öyle kalabalık olurlar ki, müzisyen insan uğultusundan kendi sesini duyamaz. Sahneye insan taşar, mikrofonlar devrilir, ama mekanın o viran olasıca kapısı bir türlü kapanmaz. Ve o gece süper çalmış olur müzisyen, işletmeci öyle der. Ama bir de gece boş geçerse yandın müzisyen hafız, adamdan saymazlar seni. Çok kötü bir performanstır o. Paranı vermezler kimi zaman, mekanı dolduramadın derler sanki bu müzisyenin sorumluluğuymuş gibi.

-Mikrofon mu alınacak, git oğlum şu 50 liralıklardan 3 tane al gel, kablo da yaptır ama çok uzun olmasın ha pahalıya gelir.

-Mikrofon ayağına gerek yok, kırıkları bantlayın ama bunu da en dandik kahverengi koli bandıyla yapın ki iğrenç görünsün.Estetik kaygılara gerek yok.

-Bu mikser yeter kardeşim, alt tarafı bir avuç insanı eğlendireceksiniz, yeni miksere gerek yok.

-Monitör çok mu tiz.hmmm… Ama onların hepsi birbirine bağlı tonlayamayız ki, idare edeceksiniz.

-Ya herkes kredi kartıyla ödedi o yüzden kasada para yok, haftaya vereyim paranızı.

-Mekan bomboş arkadaşım. Müşteri yok, e kusura bakma ama sana da para mara yok.

Bu işletmecinin sesidir okur kişi. Bütün bunların üstüne bir de ne der biliyor musunuz? "Ha şu grup mu? Bizim çocuklar ya. Çok ekmeğimi yediler. Benim sayemde bu günlere geldiler." Bak sen şu işe.

Doğrudan bu cümleleri kurmaz muhtemelen işletmeci (kuran varsa da içlerinde en dürüst olanı odur herhalde). Hatta bu işletmeciler arasında haktan hukuktan dem vuran, sosyal ve çevresel duyarlılıkları olanlar da vardır. Bir kardeşinin, bir dava arkadaşının, cumartesi annelerinin, eşcinsellerin, ne bileyim ezilenin, hor görülenin hakkını canhıraş savunanlar da vardır. Doğanın katledilmesine içi acıyanlar ve sözünü sakınmayanlar da vardır. Fark etmez. Misal Sırrı hocaya oy atacak benim tanıdıklarımın çoğu. Atsınlar, anlamadan atacaklar. Belki bir kısmı eşiniz dostunuzdur müzisyen okur. Hiç fark etmez. Bir fabrikanın daha fazla kar edebilmek adına arıtma sistemi kullanmaması ve çevreyi katledip insan sağlığını tehlikeye atması ile bir mekan sahibinin/işletmecisinin giderleri azaltıp karını yükseltmek adına teknik giderleri kısması ve kapasite üstü seyirci alması arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Sonuçta bir ömürlük çalışma, emek ve aşk, her gece yüzlerce farklı yerde bir gecelik kazanca karşı mütemadiyen kurban edilir.

Çalanı da dinleyeni de tepeden tırnağa kavrayabilen bir mefhumdur müzik. Gücü öyle büyüktür. Dokunuşları öyle derinlere uzanır. Biz müzisyenler ise bu meczup etiketi yemiş halimizle bu şahaneyi ezdirmeye, bu potansiyel gücü gerçekleşme ihtimalinden uzaklaştıranlarla çalışmaya devam edecek miyiz? İkinci soru da bu. Bir yol bulmak gerek. Bir şekilde anlamalarını, anlamıyorlarsa da mecbur kalmalarını sağlamak gerek. Hiçbir yol bulunamıyorsa, oturup evde çalmak gerek. Misal performanssız bir İstanbul, bu oyuna kendini kaptırmışlar için büyük bir tehdit olmalı. Bir düşünün derim ben. Nasıl olsa meczup değil miyiz? Ne yapsak yeridir sanki.

p.s. Can Yücel’in bir aralar sosyalizm için sarf ettiği (iddia edilen) bir lakırdı var: Sosyalizm tüzük değil büzük ister. Bu lafı hatırlamakta ve her alana uyarlamakta fayda var lakin yazımı bitirirken şunu haykırmak istiyorum: Nerde bizde o büzük? Geçiniz lütfen.

2/18/2011

Vapurlar Falan

O değil de, hayat ne tuhaf lan. Şimdi "hayat ne tuhaf, vapurlar falan" diye devam ettirmemi bekliyorsun sevgili okur, biliyorum. Yani evet, vapurlar da tuhaf. Kocaman metal yığını suyun üstünde duruyor falan. Ben duramıyorum mesela. Yüzmek için yaratılmamışım. Vapurlardan da daha tuhaf bir şey ise uçaklar sevgili okur. O da kocaman metal yığını ve havada duruyor. Ben duramıyorum mesela. Uçmak için yaratılmamışım.

Bu ikisinden de daha tuhaf olan şey ise insanoğlu sevgili okur. Uçamıyor, yüzemiyor ama tuhaf işte.
Şimdi mesela bir ajanda var, metis yayınlarından çıkan. Nefret suçları ile ilgili. (Geçen sene de inanç özgürlüğü ile ilgili bir ajandaları vardı İllallah diye. O da çok güzeldi.) Neyse işte, ben tee frenk memleketlerinden merak edip arkadaşlarıma aldırttım ajandayı, elime ulaşır ulaşmaz açtım, okudum. Kitaplığımın başköşesine koydum falan. Ama öte yandan Türkiye sınırları içinde kitap evleri bunu satmayı yasaklamışlar baskılardan ötürü. Hatta kitapçı basıp "bu ajandayı satmayacaksınız" diyen insanlar olmuş. Yani şimdi bana gelip deseniz "ironiye süper bir örnek ver" diye, bu kadar güzel bir örnek veremem. Nefret suçlarına karşı yayınlanan ajanda nefret suçuna kurban gitmekte. Ajandayı alıp okusalar belki adam olacaklar ama onlar kendileri okumadıkları gibi bir de başkalarının okumasına da engel olmak istiyorlar.

Yani ben zaten nefret suçlarının kötü olduğunu bildiğim halde arkadaşlarıma da binbir zahmet vererek ajandaya ulaşmaya çalışıyorum, açayım okuyayım feyz alayım diye. Bu arkadaşlara bir kitapçı uzaklığında bu ajanda. Ama yok arkadaş, adam kendisi için almadığı gibi başkasının da almasını engellemek istiyor.

İşte bunu yapan da insanoğlu, uçmak ve yüzmek için yaratılmadığı halde uçak ve gemi yapıp uçan ve yüzen de insanoğlu. Dedim ya, insanoğlu en tuhaf.

2/14/2011

Kafirim ben

O degil de az önce olanlar dizlerimi titretti. Ne mi oldu sevgili okur? Kimsenin başına gelmesin türünden can sıkıcı bir şey.
Kapı çaldı. Dürbünden baktım bir adam. Adama benziyordu gerçekten, açtım kapıyı. Elinde bir takım dini kitaplar vardı (keşke yayınevine baksaydım da deşifre edebilseydim). Hiçbir şey söylemeden burnuma doğru uzattı kitapları. 'Nedir bunlar satıyor musunuz?' diye sordum. 'Satmak değil amacımız. Destek olun bize' dedi. Kime destek olacağımı sormadım. İlgilenmediğimi söyledim. Kapıyı kapatır kapatmaz 'Yezid, kafir, senin gibileri nasıl barıdırıyorlar müminler, yanacaksın....' diye yüksek perdeden haykırmaya başladı. Bir kaç şey daha söyledi. Kapıyı açtım tekrar, dini inançlarımın kimseyi ilgilendirmediğini, saygısızlık yapmamasını söyledim. Algılayamadı bir süre. Sonra yine cemaat seni barındırmamalı falan gibilerinden söylenirken, 'Cehennem varsa eğer sanırım orada sen yanacaksın ben değil.' dedim.
Kapıyı kapatırken cehennemi karıştırma diye bağırdığını duydum.
That's all folks

2/04/2011

Değişmek Sevişmektir

O değil de sosyal sorumluluk çalışmalarını ucuz kahramanlık ya da sistem yaması olarak tanımlayan cevval akademisyenler, teori makinaları, devrim arabaları ve marabaları sözüm size. Ben size teori üretmeyin, devrim yapmayın demiyorum. Bunları yine yapın. Çok da güzel olur, çok da iyi olur bence. Ama önce tanımayı öğrenin, yani tanışmaya çalışın.

Son 3-4 yılda bildiklerimin çoğunu unuttum. 'Ulan zaten ne öğrenmiştin ki 27 yılda' diyenler olabilir. Bunu diyenler yaşımı bildiklerine göre beni tanıyan insanlardır. Bunu söylediklerinde 'harbi lan. amma uçuyom ben de aq.' derim. ıghhaha diye ergence kahkaha atarız. Gülüp geçeriz. Kendi aramızdaki muhabbetten ötürü bunlar olur. Hukuğumuz var sonuçta. Siz karışmayın. Akıl yaşta değil baştadır. Size cevabım bu. Laubali olmaya gerek yok. Unuttum bildiklerimi çünkü ezberim bozuldu. Ezberim en klişe tabir ile yaşama dokunmayan, bütünlüğe öykünmeyen ama yaşamı bütünüyle kavradığını iddia eden bilgiler, yorumlar idi. Pişman değilim. İyi ki varlar, iyi ki girdiler hayatıma. Başımın içinde yerleri var. Bilgi candır.

Ama en can bilgi kulaktan, gözden beyne dolan değil, insanın tüm varlığıyla öğrendiğidir. O yüzden deneyim candır. Günlerden bir gün bildiklerimden yola çıkarak bir ukalalık yaptım. Haddimi bilmeden bir işe kalkıştım. Aha burada yazılarını okuduğunuz cengaverler de 'Biz de varız.' dediler. Oturuldu, bilgiler paylaşıldı, yenildi, içildi, haritalara bakıldı, yollar rotalar belirlendi, yenildi, içildi, işe girişildi, yenildi, içildi. Yollar beni bir sosyal hizmet projesi olan Tarlabaşı Toplum Merkezi'ne getirdi. Orada bir sürü çocukla tanıştım. Mübalağa yok arkadaş. Harbiden bir sürü. Beynim döndü 3 yılda. Hayatım her anlamda değişti. Çocuk çok saçma olabildiği gibi acaip de bir şey.

Şimdi şöyle anlatayım. Yazın birinde bizim yazlığa annemgilin öğretmen arkadaşları geldi. İki rehberlik öğretmeni evlenmiş çocukları olmuş, aradan 4-5 yıl geçmiş çocuk büyümüş. O noktada hayatlarımız keşişiyor. Bir akşam üzeri, mangal ardı okey masasında o çocuk şu cümleyi kurdu: "Sütümü içtikten sonra dişlerimi fırçalayıp yatacağım. Değil mi anneciğim?" Tüylerim diken diken oldu. Bu neydi? Nasıl böyle bir çocuk olabilirdi? Ağzını burnunu kırasım geldi ne yalan söyliyim.

Oysa Tarlabaşı'nda sağa sola ağır siklet küfürler savurarak gezen diyaloglar üzeri kardeşimiz Şeref'in karnesinde bütün notları pek iyidir. Küçük jön Ferhat ise aşkı uğruna felsefecilik yapmak isteyecek kadar cesur bir arkadaşımızdır. Tahminim hiç biri baby tv izlememiştir.

Tanıyın bu çocukları. Ya da başka çocukları. Tanıyın ki kendinizi de tanıyabilin. Tanıyın ki haddinizi bilin.


Aslında sadece linki paylaşacaktım, gaza geldim, sinirlerim kalktı. Kusura bakmayın. Çok duygusal ve asabiyim. Hamile miyim lan yoksa?


1/30/2011

bir hitap şekli olarak hafız ya da tayt can mıdır?

"o değil de tayt can mıdır, hafız? " diye sordu. Candır dedim. "Altına ne yaptırayım?" diye sormaya devam etti. Her şey bir kebapçı arka planında olup bitiyordu. Yanıldığımızı anladık. Bu Semiramis'in değil, düpedüz kebapçının rüyasıydı. Kandırıldık.

Ben altına topuklu alayım diye atıldım. Hafız çizme tercih etti. Hafız, çizme kokutmasın, sonra midene dokunuyor diye uyaracak oldum, "karışma sen" diye payladı beni.

O sırada garson siparişleri getirmiş başımızda dikiliyordu. "Döner kimindi abi?" diye sordu.

"Dönerse senindir, yengense benim" dedim.

1/26/2011

liberaller kibareller polemikler blumikler

O değil de tam iki sene olmuş bugün. Hiçbir şey olmadı mı, görmedim mi acaba yazmaya değer. Ancak bakıyorum yazarlar kafa karışıklığından kurtulmuş tartışma platformu kurmuş. En azından ikisi. Yutun epeydir atarlı, malum. Aleksi de bulunduğu yerin ismindeki bir iki harften ötürü büyük aksiyonu kaçırır durumda.

Yutun liberallere kızmış, aleksi de “ne olacağıdı yani onlar liberaller işte, hem öyle yapmasalardı da öteki türlü yapsalardı ne değişecekti” demiş. Tutmuş somut öneri istiyor.

Liberallerin halini Yıldırım Türker özetlemiş:“AKP’nin ‘demokrasi ülküsü’ müsameresini meşrulaştırmak, her pislediği yere bez koşturmak değildi mutlaka ‘liberallerin’ amacı. Onlar işçisinden, emekçisinden, gencinden, sanatçısından tamamıyla umudu kesmiş oldukları memleketin düze çıkışını statüko dışından bir muhafazakâr yiğide destek vermekte gördüler. Orduyu hizaya getirerek militarizmin palet izlerinin silinivereceğine inandılar. AKP’nin derdinin orduyla olduğuna inandılar. Aynı militarist kafanın, aynı kan pıhtısı milliyetçiliğin ürünü olduğunu görmek istemediler.Liberaller, kendi yazdıkları AKP’yi destekleyegeldiler. Sağcı muhafazakâr bir partinin bu memleketi aydınlığa çıkaracak yegane güç olduğuna iman ettiler. Oysa AKP’nin ampulü ortadaydı. Şimdi Erdoğan’ın değiştiğini, ceberut bir dile sarıldığını, ordusuyla işbirliğine girdiğini söylüyorlar. Söylediklerinde doğruluk payı var mı? ”

Bir önceki genel seçimde de mhp ile seçim işbiriliği yapmaya hazırlanan chp’dense akp’ye oy vermeyi tercih etti bu insanların çoğu. Neden? Alternatifleri yoktu çünkü. Bakıyoruz ki bu alternatif yok diye kötünün iyisini seçip, birini seçmemenin de bir seçim olduğunu unutanlara kızmakta, yutun haklı. Alternatif üretmek konusunda önerisi olup olmadığını sormak konusunda da aleksi haklı. Aleksi somut bir alternatif yaratmanın gerekliliğine, sözü geçen insanların düşünme biçimini göz önünde tutarak inanıyor kanımca, ama tümünü reddedecek bir çoğunluk olmak da değişimi başlatmak için yeterli bir güç demektir. Mevcut örgütlenmelerde düşüncelerine uygunluk bulamayan birinin önünde iki yol vardır: yeni bir örgütlenme oluşturmak ya da mevcut örgütlenmeleri fikrini almaya mecbur kılmak ve değişime zorlamak. Bu direniş, boykot demektir. Herkes parti programı yazacak değil ya. Birey olarak vazgeçmememiz gereken aklımız ve vicdanımızdır.

Herkese hakkını dağıttım. Şablon bu değil. Sen hiç gri kağıda basılmış kitap gördün mü?alıntı yapabiliyo muyduk ya la?

1/25/2011

Hey, Sakin Ol Şampiyon

Evet, sana diyorum. Sakin ol adamım. Elindeki silahı yavaşça yere bırak. Sana zarar vermeyeceğiz. Sevgili Yutun, bir durul artık. Bir sakin ol. Sakin.

O değil de, bu yetmez ama evetçilere karşı kitlenin şöyle bir argümanı var: "Referandumda yetmez ama evet" diyenler "hayır" deseydi anayasa değişikliği olmayacaktı. Eğer böyle bir argümana sahipsen (ki bu argüman ne kadar doğru, tartışılır) sana şunu diyeceğim. Şimdi referandum meferandum, demek ki sen demokrasiye inanıyorsun. Yani orada insanlar hayır deseydi şu anda ülke daha iyi olacaktı sana göre. (Neden daha iyi olacaktı onu da anlamış değilim, bence tamamen alakasız, sanki ülkedeki her skim anayasaya uygun yürüyor aminakim, ama neyse). Madem demokrasiye bu kadar gönülden inanıyorsun, o zaman neyden korkuyorsun bebişim. Eğer dediğin gibi yetmez ama evetçiler pişman olup bir dahaki seçimde akepe karşıtı oy kullanacaklarsa, o zaman no problem yani. Gider cehapeye oyumuzu veririz, olur biter. Cehape de ülkeyi ultra laik demokratik atatürkçü olarak yönetir. Sorun değil yani. Yetmez ama evetçilerin pişman olmamasından mı korkuyorsun? Evetçilerin hep çoğunluk olarak kalmasından mı korkuyorsun? O zaman sana kötü bir haberim var sevgili Yutun. Ne yazık ki böyle çoğulcu demokrasilerde her zaman çoğunluğa karşı domalan bir azınlık oluyor. Surprise surprise.

Şimdi sana sorarım sevgili Yutun, sorun ne? Geçen sefer de demiştim, madem bütün bu siyasi olaylar über süper demokratik yürüyor, siyasi olaylar seçimde verdiğimiz iki evet oyuna bakıyor, o zaman bir dahaki seçimde değiştiririz seçimimizi yani. Neden korkuyorsun?

Referandumda hayır çıksaydı yargıtay bekaretle ilgili kararını vermeyecek miydi yani? Anlamıyorum ki...

Yani demem o ki, all in all, nedir derdin sevgili Yutun? Bana söyle hele. Sokul yamacıma yamacıma, usul usul. sakin sakin anlat derdini Yutun.

Bana esmeyi anlat, Yutun. Bana sevmeyi anlat.

Öpüyorum seni bebişim. Mucks.

EVET EVET EVET, kabul ediyorum evet.

O degil de bu ‘yetmez ama evet’çilerin hali ahvaline fena takıldım ben arkadaş. Çok pis düşünüyorum onları. Böyle pis pis düşüne düşüne taktım işte kafayı. Kafayı atsaydım daha mı iyi olurdu acaba? Bilemiyorum. 
Bir hafta kadar oldu Yargıtay’ın bekaret konusundaki ilginç tavrı gazetelere haber olarak düşeli. Yargıtay bekaretin evlenen kadında bulunması gereken bir vasıf olduğuna karar verdi. Dahası söz konusu karara vesile olan davada, kadının bakire olduğunu söyleyen raporlara değil yeni evlendiği karısının bakire olmadığını söyleyen adamın sözüne biat etti bütün yargı. Bu olay façabuk profil sayfalarında da paylaşılmak suretiyle hepimizin aklına şaşkınlık olarak yansıdı.

Bana bu yazıyı yazdıran ise bu paylaşımlardan birinin altına bir arkadaşımın yaptığı “Yargıtay her zaman milliyetçi, ahlakçı ve ataerkil bir kurum olageldi. Niye bu kadar şaşırdığınızı anlayamadım.” şeklindeki yorum. “Yargıtay'ın milliyetçi, ahlakçı, ataerkil olduğuna inanıyorsun da, AKP'nin totaliter, baskıcı, ahlakçı, islamcı, ataerkil olduğuna niye inanmıyorsun? Yoksa göl gerçekten maya tuttu da biz mi kaçırdık?” dedim ben de kendi kendime. Sonra ulan niye kendi kendine söylüyorsun bunları diye sordum kendime. Sonra niye kendi kendine soru soruyorsun ortağım diye kızdım kendi kendime, sonra niye kendi kendine kızıyorsun salak mısın derken aklıma burası geldi. Blogumuz var lan, aslanlar gibi yazarım yazımı, yaşasın sanal medya diye bağırdıktan sonra, bir daha kızdım kendime. Baktım olacak gibi değil, önce bir soğuk duş alıp sakinledim sonra da oturup yazdım gitti.

Şimdi bence bu ve benzeri olayları hala 'zaten böyleydi ne bekliyorduk ki' hissiyle münferit olarak okuyorsak (ki bence doğru bir okuma değil) bu bile, mevcut iktidarın 10. yılına yaklaştığını göz önünde bulundurduğumuzda, siyasal islam gölüne bir kaşık demokrasi söylemi çalmanın kaymaklı yoğurtla sonuçlanmayacağının göstergesidir. Kaldı ki bu şekilde yorumladığımız her olayda mevcut olan başka bir potansiyeli biraz daha gözden kaçırıyoruz, akp'nin bütün bu 'münferit'lerdeki temel prensipleri evrenselleştirebilecek bir potansiyele sahip olduğu unutulmamalıdır. söz konusu yukarıdaki olayda mahkemenin gerekli vasıf olarak tayin ettiği bekaretin bu haliyle bir yasa tasarısı olarak meclise gelme ihtimalinin küçümsenmeyecek kadar yüksek olduğu apaçıktır. akp'de bu kibir, özgüven, ataerkillik, fütursuzluk, kısacası bu potansiyel var.

Türkiye İran olacak demiyorum. Bunun olabileceğine inanmıyorum. Dahası mevcut siyasi-ekonomik projenin bu kadar kof olabileceğine inanmıyorum. Amma velakin, AKP’nin mazlumluğuna ve demokrat vitrinine kanan (ki bu artık bir çok kişi tarafından terk edilmiş fena halde iyimser bir yorumdur) bunca sözüm ona, solcu, ezilenden yana, aydın, kanaat önderi, okumuş etmiş genci yaşlısı insanın ben ve benim gibi düşünenleri çılgınca bir indirgemecilikle şeriat korkusunun titrettiği akılsızlar olarak görmesi ve referandumda verdiğimiz hayır oylarını veya boykot kararlarını, chp’cilikle, 12 Eylülcülükle suçlayarak olası her tartışmayı yokuşa sürmesi, faydalar faydası fikir teatisinin yolunu tıkaması, kısacası çamura yatıp üstüne bir de yuvarlanması beni düşündürüyor. Yetmez ama evetçilerin samimiyeti üzerine istemeden düşünüyorum.

Şimdi bu arkadaşlar ‘yetmez’ diyerek neye işaret ediyorlardı? Birkaç şey olabilir. Mesela tamam demişlerdir, 12 eylül anayasasını istemiyoruz, siz de şimdiye kadar askeri vesayetten çok çekmiş mazlum insanlara benziyorsunuz, varın değiştirin anayasayı ama biz şerh koyuyoruz demek istemiş olabilirler. Nedir bu şerh,şu kuşkudur mesela: “Anayasayı yenileyeceksiniz ama bakalım demokratik olacak mı?” Gözümüz üstünüzde demektir bu.

Gözleri üstlerinde mi peki? Benim gördüğüm kadarıyla bir çoğu sus pus oldular olan bitenler karşısında, utandılar mı verdikleri karardan artık nedir bilinmez. Ama bazıları ise – ki bunlar yazar çizer ve bolca okunur insanlar – yiğitliğe bok sürdürmemek adına olsa gerek akp’ye de bok sürdürmemeye başladılar. Mesela alkollü içkilerle ilgili yasal düzenlemeleri sıradan bir AB düzenlemesi olarak okumak gerektiğini vurguladı bu insanların bir kısmından oluşan bir örgüt. Hani şu tayyip* zulmüne değil teşekkürlerine nail olmuş olanlardan biri var ya, o işte. Bildin mi? Neyse bunu böyle görebilmek için silah ruhsatı alabilme yaşını 18 ila 21e indiren yasal düzenlemelerden haberdar olmamak lazım. Bu iki değişikliği bir arada okuyamamak için ise gerçekten ya dalgınlığın daniskasını yapıp ikinciyi gözden kaçırmış olmak gerekiyor, ya da samimiyetsiz, iki yüzlü olmak gerekiyor.

Uzun lafın kısası, yetmezin altını doldurabilmek için samimi olmak gerekiyor arkadaş, yetmeyen yerde yeteni talep edebilmek gerekiyor. O talebin sonunda sahte suçlamalar ve belgelerle mahpus damını boylama ve içeri girerken sırıta sırıta dışarı çıkmakta olan hizbullahlarla karşılaşma ihtimali olsa bile… 
O sebepten, kamuoyunda ‘yetmez ama evet’ sloganın sözcüsü addedilen unsurlara sesleniyorum. Direk ‘evet’ olsun sloganınız. Hatta EVET olsun. Çünkü sandıktan evet çıkmış olması size yetmiş görünüyor. Yetmez’in altı boş kaldıysa kaldırıp atacaksın arkadaş. Ne kafalar karışsın, ne de niyetler değil mi? Ak göt kara göt çıksın ortaya.

(*yazarken fark ettim ki, tayyip yazıp boşluk bırakınca baş harf otomatik olarakbüyüyor. T oluyor çat diye. İlginç geldi, bir de mehmet yazıp boşluk bıraktım. Durum aynı. Allah allah dedim bir de ali yazdım olmadı. Küçük kaldı. Vaktim olmadığı için başka isimlerle deneyemedim ama yakın zamanda deneyeceğim. Yine de aklınızda bulunsun, bu wordün türkçesi sünni olabilir diyerekten haydi yandan.)

12/20/2010

Sosyal Sözleşme - Soysal Restleşme

O değil de, Rousseau da zamanında amma romantiklik yapmış ha, hem de daha romantizm akımı Prusya'da tohum iken. Ahaha, bildin sevgili okuyucu, bildin. Sosyal sözleşmeden bahsedeceğim. Hazır Yutun Beyin fitilin ucunu yakmışken, ben de torpili itin g*tüne sokayım diye düşündüm. (Disclaimer: Bu yazı yazılırken hiç bir it zarar görmemiştir). Siyasi konular üzerine iki kelam edeyim istedim. Önceki yazıya iki cevap vereyim istedim. Yalnız hemen uyarayım sevgili okuyucu, ben öyle ciddi ve kışkırtıcı yazamayacağım. 
Konuya Rousseau'dan girdim madem, ondan devam edeyim. Neden Rousseau? Niye romantik bu adam? Hizmetçisine, ondan iki tane çocuk peydahlayacak kadar aşık olduğu için değil şüphesiz. Liseden hatırladığım iki satır bilgi doğruysa bu Rousseau kişisi, insanoğlunun vahşi hayatta, toplumlar kurulmadan önce, iyi ve güzel olduğunu düşünen bir kişi. Bunu düşünmek için ne kullandığı ise muamma. Çünkü LSD henüz üretilmeye başlanmamış o dönemlerde. Bu kafaya sahip olmak için çok fazla alkol alıyor olmalı Rousseau birader. Rousseau'nun tam tersine insanoğlunun vahşi hayatta kelimenin tam anlamıyla vahşi olduğunu düşünen bir de Hobbes kişisi var. Hobbes da bir pür realist. "Kanunlar olmazsa insan insanı s*ker" diyor kısaca. Bu ikilinin üstüne çağımızın en tırt filozofu olarak ben, Aleksi, diyorum ki: İkinizin de canı cehenneme sizi 18inci yüzyıldan kalma eski kafalılar sizi.

Neden böyle diyorum? 
Neden olacak, bu iki düşünürün de yanıldığı bal gibi ortada. İnsanoğlu Rousseau'nun dediği gibi "aslında iyi çocuk ama çevresi kötü" bir durumda değil.  Ya da "çok zıpçıktıydı, askeri okula yolladık, hizaya geldi" durumu da yok. İnsanoğlu her zaman kötüydü, her zaman da kötü olacak. Daha şimdiye kadar yaptığı tek bir düzgün iş yok şu insanoğlunun. Hadi gelin itiraf edelim, hangimiz bazen utanmıyoruz ki insanlığımızdan. Doğayı tahrip eden tek yaratığız. Canını koruma ya da yemek yeme amacı gütmeden diğer hayvanları ve hatta kendi cinsini öldüren tek yaratığız. Sevdiğimiz insana acı çektiren tek yaratığız. (Kabul ediyorum, burayı forward maillerden kopyaladım). Herşeyimiz yapay, herşeyimiz kolpa. 

Özetle, insanoğlu kötü. Özellikle de yaptığı kötülüğü meşrulaştırabiliyorsa. Bu konuda çeşitli sonu kötü biten deneyler yapılmış geçmişte. Bu deneylerden birinde bir grup denek ikiye ayrılmış suçlular ve gardiyanlar olarak. Deneyin sonu hüsran. Aslında gardiyan olmayan gardiyanlar ellerine meşru bir şekilde otorite olma gücü geçince aslında suçlu olmayan suçlulara işkence yapmaya başlamışlar. (Das Experiment adıyla alman yapımı bir film olarak sinemalarda oynadı bak, git izle sevgili okuyucu). Bir başka deneyde de hiçbir şeyden haberi olmayan bir deneğe, onu görmeyen başka bir adama elektrik vermesi istenmiş. Bu adam elektrink vermeyi reddedince "ama deney için gerekli bu" denmiş adama. Adam da "ya ben hayatta vermem ama madem deney için gerekli, vereyim o zaman" demiş, elektrink vermeye devam etmiş. Bu şekilde onlarca denekte aynı sonuca varılmış. Korkma okuyucu, neyse ki aslında elektrinnnk alan kimse yok. Rol icabı alıyormuş gibi yapıyor elektrinkli sandalyede oturan adam. (Şimdi  bu deneylerin wikipedia linklerini de vermek isterdim ama link verince nasılsa gidip okumuyorsun, ben de hikaye gibi anlatayım dedim. Zaten buraya kadar okuduğun bile meçhul)

Buradan gördüğümüz üzere değerli okuyucu, insanoğlu içinde her zaman bir kötülük taşıyor. Bu kötülüğü ortaya çıkarmak için meşru bir sebep bulması yeterli. Bu meşru sebep kimi zaman din oluyor. Din elden gidiyor diye gözü dönüyor adamın. Yakıp yıkıyor. Bir başka zaman "ideallerimiz" deniyor. Adam alıyor eline taşı-sopayı, kavgaya gidiyor. Bir başka zaman "komutan emrediyor". O zaman işte polis kişisi kendince bir emri yerine getiriyor. Karşısında erkek biri olunca görev testisleri tekmelemek iken, karşısında hamile biri olunca görev karnını tekmelemek oluyor. Şimdi siz sanıyor musunuz ki o polis akşam eve gidince "ulan ben bugün bir bebek öldürdüm" diye hüngür hüngür ağlıyor. Yok canım. O adama "ateş serbest" deselerdi gayet herkesi öldürecekti işte. Ama bi dakka. Onun suçu yok ki. Emir aldı o. Emir verildi. Kanunlara göre emir hem de. Vay canına. 

Demek istediğim sevgili okuyucu, mesele var olan bir anayasa değişikliğine evet ya da hayır deme meselesi değil. O anayasanın, o sistemin hali hazırda bir otorite kaynağı olarak orada olmasıdır. Sen sanıyor musun ki hükümette başka parti olsaydı buna benzer olaylar yaşanmayacaktı. 

Her türlü meşrulaştırma aracı kötüdür sevgili okuyucu. "Ama biz sosyalistiz", "ama biz demokratız" falan deme şimdi bana. Yarın öbür gün "anti-demokratlara savaş açmamız lazım, yoksa ülke elden gidecek" denildiğinde eline sopayı alacak mısın? Alacaksın. İşte bu "meşru müdafa" dediğin şiddete bulaştığın anda artık tam bir insansın. Tebrik ederim. Gözüme görünme daha da. 

İnsanlar beni her daim korkak ve pısırık olarak nitelendirmişlerdir. Keşke bütün insanlar benim gibi pısırık olsaydı. Ne savaşlar yapılmazdı o zaman, biliyor musun? 

Aktivizm kötüdür sevgili okuyucu. Çağımızın en tırt filozofu olarak ben, Aleksi, bunu bilir bunu söylerim. Sen gelip "Hayır lan *mına koduğum, aktivizm iyidir" dersen eyvallah derim. Kalkıp da benim gibileri örgütleyip "kalkın laaan, aktivizm iyidir diyenleri dövmeye gidiyoruz" demem asla. 

Sonuç olarak, Rousseau'nun da Hobbes'un da yedi sülalesini.... Yeter ki sen üzülme Yutun. Öptüm kocaman. 

12/10/2010

Akıl Öküzün Boynuzunda

O değil de yazamıyorum. Yani yazabiliyorum yazmasına ama aklımın donduğunu, kanımın çekildiğini hissediyorum yazarken. Durmak istiyorum haliyle. Muhterem dost büyük Saymadi’nin de dediği gibi aklım şase yaptı.
Bu blogu açarken siyasi yazılar yayınlamak hususunda bir kararımız var mıydı hatırlamıyorum. Ama affınıza sığınıyorum sevgili pehlivanlar. Zaten blogla ilgili düşündüklerimizin çoğunu yapmamış olmamıza yaslıyorum sırtımı. Hoş bu yazı siyasi mi değil mi onu da tam bilemiyorum.
“Yazmasam çıldıracaktım.” değil durum. Büyük bir yazar, dahi bir beyim değilim okurcan. Hiç birimiz değiliz. Yazsam da yazmasam da çıldıracağım zati. Yazarken de ağlayacağım, ya da sinirlenip küfürü basacağım belki. Belki aleksi bey duygusal diyecek bana. Belki dânâ ve cemil beyler yeterli mizah unsuru bulamayacaklar yazıda. Ne bileyim işte. Ne bir motivasyon tespiti yapabiliyorum şu anda, ne de rasyonelim var. Aklın tükendiği memleketlerden birindeyiz bence zira. Rasyoneli skmişler sonra da yaşını büyütüp tecavüzcüyü beraat ettirmişler.
Faşizm nedir? Dersimizin konusu bu olsaydı ve okuduğumuzu anlamış olsaydık gerçekten neler olurdu? Misal referandumdan evet çıkması ile ülkenin demokratikleşeceğine, daha iyi bir geleceğe küçük ama güvenli adımlarla ilerleyeceğimize, bu 'evet'in artık daha eşitlikçi, daha az şiddet yanlısı, daha ezilenden yana bir iktidar ve işleyiş yaratacağına inanır mıydı gerçekten insanlar? İnanç bu tabi, bir yerden sonra sorgulamak manasız. Ama inananı değil inanılanı sorgulayabilir ve buradan inananın inanarak aldığı sorumlulukları ortaya koyabiliriz. Evet bunu yapabiliriz. Mevcut hükümetin demokrasi peşinde koşan özgürlük neferlerinden oluştuğunu düşünenlerin böyle düşünerek kendi boyunlarına bağladıkları vebalin boyutlarını görebiliriz.
Geçmiş zaman, babamla sağdan soldan atıp tutarken babam muazzam bir faşizm tanımı yaptıydı. Kendi sözünden başkasına tahammül edemeyen, kendi kelamının doğruluğundan bir an olsun şüphe etmeyip diğer kelam sahiplerini harcayan faşisttir, dedi. Çok doğru dedi. Bunları yapan zat-ı öküz bildiğin faşisttir. Hem de öyle böyle değil. Türkiye siyasi tarihi açısından bakıldığında ırkçı politikaların akademik makademik her türlü tanımına cuk oturan Atatürk’ü hala siyasetinin bayrağı olarak taşıyan ulusalcısından, milliyetçisine tüm oluşumlar ve üyelerinden daha faşisttir. Taşra üniversitelerinde uzun saçlıları sopalayan ülküdaş kurtçuklardan, büyük şehirlerde serseri olarak ikamet edip, nerde bir aydınlık, ferahlık varsa gidip lambayı söndüren, güneşi bokuyla, pisliğiyle sıvayan tetik parmaklarından ve onların emir abilerinden, kampüslerde türk-olmayan avına çıkan av köpeklerinden daha faşisttir.
Sorularım var okurlar. Kendisini yuhalayarak protesto eden basketbol seyircisini sırasıyla güvenlik kamerası, koltuk numarası, bileti satın alan kredi kartı numarısından tespit edip tutuklatmanın neresi demokratiktir? Yumurtaya cop ve biber gazıyla karşılık vermenin neresi demokratiktir? Bir gecede yasalar değiştirip, yeni yasalar çıkarıp birilerini içeri atarken birilerini dışarı almanın neresi demokratiktir? Her ortaöğretim kurumunda bir müdür yardımcısının polise doğrudan ve düzenli olarak istihbarat sağlamasını gerektiren, yani açık açık her okulda bir öğretmen sivil polis olsun diyen bir yönetmeliğin neresi demokratiktir? Kadının dayağı hakedebileceğini yazan bir dinin diyanet işlerinin devlet protokolünün en ön sıralarına getirilmesinin neresi demokratiktir? Demokrasi denen nanenin sağlaması gereken en temel hak ve özgürlüklerden olan protesto hakkını kullanan 19 yaşında bir kadının coplanmasının, bu kadın hamile olduğunu söylediğinde darbelerin karnına ve kasıklarına yönelip şiddetlenmesinin neresi demokratiktir? Burada sadece tahammülsüzlük yok okurcan. Farket bunu. Çok daha fazlası var. Nefret var. Kana susamış bir öfke var.
Babam 12 Eylül mağduru. Diyarbakır cezaevini de gördü, yasal gözaltı süresi 90 günken 88 gün işkence de gördü. Hala kabuslar görüyor. Hatırla Sevgili ve benzeri dizileri izlerken nöbet geçirdiği oldu. Kendisine yapılan ‘anti-demokratikliklerden’ 30 yıl sonra bugün hala fiziksel acıdan çok daha fazlasını barındırıyor bünyesinde. Kenan evren ile yolda karşılaşsa neler yapabileceğini hayal bile edemiyorum. O bile bütün hıncına rağmen atlamadı bu pespaye demokrasi çığırtkanlığına. Babam faşizmi öyle güzel anlamış ki zokayı yutmadı. Gerçek faşisti ilk gördüğü anda tanıdı. Tanımlaması o kadar yerindeydi ki karar vermek için fazlasına gerek olmadı. Ne onun için ne de benim için. Öyle alengirli siyasi tarih okumalarına falan gerçekten hiç lüzum yoktu. Yok siyasal islam 12 eylül’ün çocuğuymuş da, kendi babasına kıyamazmış o yüzden de bu hesaplaşma fasonmuş da… Bütün tarih okumaları bir noktada haklılık barındırır. Hepsinin nereden baktığına bağlı olarak tutacak en azından bir sağlam tarafı vardır. Ama bazı tanımlar öze dairdir ve fazlasına ihtiyaç olmaz….
Derken bu faşistler bir değil katmer katmer fazlasını göstermekten çekinmediler. Referandumun ardından geçen 3 ay içinde demokrasi adına ne olamayacaksa burada, Türkiye’de oldu.
Demokrasi ve özgürlük neferleri 19 yaşında bir kadının protestocu olmasına tahammül edememişlerdi. Fakat o da neydi, bu kadın üstelik bekar ve hamileydi. E artık katli vacipti.
Bu faşizmin bizzat öznesi olanlara, ve bu özneleri düşünsel olarak sorgusuz sualsiz destekleyenlere diyecek bir şey yok. Onlar içinde insanlıktan hala çıkmamış olanlar varsa zaten rahat uyuyamayacaklardır. İnsanlıkla ilgisi kalmamış olanlara kelam edeceğime ise kediye köpeğe ederim daha iyi. Ama asıl söz bu oyuna gelenlere söylenmeli. Yetmez ama evet demişlerdi. Yetti mi acaba şimdi?
Kolluk kuvvetlerince öldürülen her çocuğun kanı sizin de elinize bulaştı. Parsel parsel satılan yok edilen doğa harikalarının, tarihi eserlerin ve yer altı kaynaklarının, yok pahasına özelleştirilen kamu kuruluşlarının ve kamuya ait taşınmazların pazarlama kampanyasında en önde sizler oldunuz. Bırakın artık Hrant’a ve öldürülen diğer birçok aydına gözyaşı dökmeyi, çünkü sizin sıktığınız kurşunlar öldürdü onları. Hamile karnı tekmelenen kadının ölü rahminin üzerinde sizin de ayak izleriniz var.
Yetti mi şimdi?