…böyle sırtüstü, düz. Çünkü yeni traş oldum, yastığa yanağımı dayayamıyorum. Acıyor. Yoksa ben de aslında şu ruh halinin gerekliliği olarak cenin pozisyonunda yatmayı tercih ederdim. İyi ki üstüme çift kat battaniye örttüm de kendimi o kadar da korumasız hissetmiyorum. Yoksa sırtüstü, dümdüz yatmak güvenli değil. Bir de tabi kollarımı göğsümde bağlamış olmam da ayrı bir güven hissi yaratıyor.
Dümdüz yatıyorum diyorum ama aslında tam bu satırları kaleme alırken bir trende, cam kenarındayım. Yolculuğuma yeni başladım. Ve hayır, aslında dümdüz yatarken aniden rüya görmeye başlamadım. Gerçekten de bu satırları satır satır, bir kalemle, bir deftere yazıyorum. Dümdüz yattığım kısım aslında geçen haftaydı. Ama ben o kısmı kağıda değil de aklıma yazmıştım zaten. Ne yani? Siz bütün yazılarınızı önceden düşünmeden, doğrudan kağıt üzerine mi yazıyorsunuz yoksa? Ve gerçekten de bir trende, cam kenarındayım. Tam bu satırları yazarken çaprazımda oturan çok şık giyinmiş bir fransız hanımefendi de küçük not defterini çıkarıp bir şeyler yazmaya başladı. Onun el yazısı daha güzel. Ama sonuçta benden görüp not almaya başladı. Ama bu onun yazdığı yazının değerini azaltan bir şey değil. Sonuçta hepimiz birilerinden görüp yazmaya başladık. Ben mesela ilk dümdüz yazma denemelerimi lisede Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı adlı romanını okuduktan sonra yapmıştım.
Bu arada tren ne güzel bir ulaşım aracı. Her seferinde heyecanla biniyorum trene. Uçak gibi değil. Trendeyken yol aldığını hissediyorsun. Özellikle de yazı yazarken aldığın yol tam olarak yazdığın yazının içine işliyor. Her küçük tümsekte, raylardaki en küçük kaymada sen de anında onu defterine kaydediyorsun. Hop. “B” harfi biraz yamuk oldu. Tam da şu anda üzerinden geçtiğimiz ray gibi. Uçak öyle değil ama. Türbülanslı bir uçuşta değilsen sakin, sarsıntısız bir şekilde, dümdüz yol alıyorsun uçakta. Motor uğultusu eşliğinde. Mesela uçağa binmek ilk seferinde çok heyecanlı ama sonra alışıyor insan – hatta sonradan uçağa binme merasimi çok sıkıcı bir hal alıyor, kontroller, güvenlikler vesaire. Denize girdiğinde önceki suyun soğuğuna nasıl alışıyorsan öyle biraz sanki. Ama tam da değil belki. Benim o kadar deniz/su maceram yok. Bu tür bir benzetme yapmak haddime değil aslında. Tıpkı az önce trendeki kadının bana bakıp yazmasını, benim Çetin Altan’a bakıp yazmama benzetmiş olmam haddim olmadığı gibi. Biraz benziyor ama tam da değil aslında.
Aslında konuyu değiştirmek istemiyordum. Trenler güzel ama konu o değildi. Evet, belki bu blogu başlı başına her yazıda konuyu değiştirme üzerine kurgulamış olsak da bu yazıda konu değişmesin istiyorum. Zaten bu blog da eski blog değil. Ve konu biraz, kıyısından-köşesinden bu blog aslında. Kaç yıl önce ortak yazacak bir mecramız olsun diye açtığımız blog hala var ve hala yer yer yeni yazılar bile yazıyoruz. Sözün uçup yazının kalması anafikrine bağlamayacağım merak etme. Sadece eski/genç bizlerin bu blogu açarken ne kadar güzel düşündüğünü anlatmaya çalışıyorum - ve yeni bizlere ne kadar büyük bir abilik yaptıklarını. Demek ki abilik yaşta değil.
Trendeyken el yazısıyla dümdüz yazmak mümkün değil. Ama zaten artık trende de değilim. Geldim bir kafeye oturdum. Bilgisayar ile yazıyorum. “Kaleme alıyorum” demek daha güzel tabi ki, farkındayım. Ama klavye ile yazıyorum, evet. Böylece daha önce yazdıklarımı süsleme imkanım da var. Tabi trendeyken de bilgisayarımı çıkarıp yazmak mümkündü ama nedense kalem-kağıt ikilisini tercih ettim. Aslında öyle nostaljik bir insan da değilim. Hatta bu tür nostaljileri çok avam bulduğumu belirtmem lazım. Eski şeylere sırf eski oldukları için romantiklik atfetmek en politically correct (siyasal olarak doğru diyor internetteki sözlük, o kadar mot-a-mot ben de çevirirdim) deyişle, hoş değil.
Kafede en köşedeki masaya oturdum. Burası daha güvenli çünkü. Neyden sakınıyorsam artık. İçgüdüsel olarak kendimi diğer insanlardan uzağa koydum. Bana zarar gelsin istemiyorum. Yalnızım çünkü. Başıma bir şey gelse yanımda benimle ilgilenecek sadece yabancılar var. Dilimi bile konuşmayan yabancılar. Ben onların dilini konuşuyorum şükürler olsun ki. Bu kısımlar biraz gerçek biraz değil mi acaba? Hayatımın özetini de yazıyor olabilirim. Ama okur olarak sen ne anlıyorsun acaba bundan? Sen diyorum, umarım alınmıyorsundur. Aslında siz demeyi daha çok severim tanımadığım insanlara. Aramıza bir mesafe koymak için çoğu zaman. İnsanları sevmeyen, mizantrop bir insan izlenimi vermek istemiyorum aslında. Fakat biz böyle öğrenmişiz. İlk önce kendini sakınacaksın, önce karşıdakini tanıyacaksın, ondan sonra kendini tanıtacaksın. Hep bir rol yapma hali. Batıda şehirlerde büyümüş diğer kürtler de böyle mi acaba? Şimdi kendi deneyimlerimi herkese mal etmeyeyim.
Evet, aslında ben de biliyorum insanlarla iletişim kurunca başıma kötü bir şey gelmeyeceğini. Hatta buraya gelmeden önce bir süredir iletişim içinde olduğum güzel bir fransız hanımefendisine bir mesaj atıp bir randevu koparmayı deneyebilirdim ama yapmadım bunu. Cesaret edemedim. Cemil bey ne güzel yapmış oysa. Ben yapamadım, şimdi bir kafenin en ücra köşesinde tek başıma saçma bir yazıyı kaleme alıyorum. Hayır, biliyorum bilgisayarla yazdığımı, ama yan anlamıyla kullanmak istiyorum bunu.
Neyse, kendi kafamdaki karışıklığı daha fazla buraya size empoze etmek istemiyorum açıkçası. Yazıyı babam Mele Miheme’nin, el yazısıyla, kalem ile, bir A4 harita metod defterine yazdığı, dedem Mele Yusuf’un hayatına dair kısa bir pasajla bitirmek istiyorum. Qûçe köyünden Paris’in ara sokaklarında bir kafeye uzanan masif bir hikayenin başlangıcı gibi bir şey, ama tam da değil. Dediğim gibi, konuyu aslında değiştirmek istemiyordum. Ama konuyu sürdürmek zor. Güvenli değil sanki. Ama olsun. Şu anda oturduğum köşede güvendeyim.
Saygılarımla ve daha da önemlisi sevgilerimle
Aleksi – 3 Mayıs 2014, Paris
….
Tekrar Qûçe köyüne dönersek, bu köy hepsi yakın akrabadırlar. Otuz-kırk hanelik bir köydür, büyükleri babamın dedesi Osman’dır. Kendisinin konağı ve diwanı vardır. Iğdır’da develeri olan tek ailedir. Birkaç yüz koyun ve yük taşımakta kullanılan öküzleri vardır.
Osman’ın iki oğlu vardır. Büyük oğlunun adı Ebdo’dur. Küçük oğlunun adı ise Abbas’tır ve yakışıklı bir gençtir. Osman için delalidir yani iş yapmaz en güzel. Köyün de delalisidir. Büyük oğlu Ebdo’nun yedi, sekiz oğlu vardır. Bunlardan bir veya ikisi evlidir. Ebdo’nun büyük oğlu dedem Abbas’ın yaşındadır. Bütün bunlar büyük aile olarak birliktedirler. Abbas da evlidir. Üç çocuğu vardır. Büyüğü babamdır. Ondan iki yaş küçük bir kız en küçüğü ise bir erkektir. Kızın adı – ki benim halamdır - bilinmiyor. Oğlanın adı – ki benim amcamdır – Abdullah’tır. Babam dört yaşındayken dedem Abbas yirmi küsür yaşında vefat eder. Onun vefatı babası Osman’ı ciddi anlamda sarsar çünkü çok sevdiği en küçük çocuğunu kaybetmiştir. Geride dul ve genç bir gelin, üç tane de torun kalmıştır. En büyüğü babam dört yaşındadır, en küçüğü abdullah üç aylıktır. Kürtlerde bir gelenek var, bu durumdaki dul kadınlar ev içinde bir erkekle evlendirilirler. Böylece dul kadın evlenmiş olur, hem çocuklar babasız kalmazlar. Ancak burada Osman’ın evinde (dul) gelinini evlendirecek bir erkek yok. Tek oğlu vardır, o da yaşlıdır. Abbas’ın vefatından yaklaşık bir yıl sonra osman dul gelinini kendi köyünnde bir yeğeniyle evlendirir. Böylece üç torununu babasız, gelinini de dul kalmaktan kurtarır. Bu evliklikten sonra babam ile iki yaş ondan küçük olan halam dedelerinin yanında kalır. Ancak babam hep annesine gider, zaman zaman annesi Osman’ın evine çocuklarının yanına gelir. Bu durum 1918 yılında köy yıkılmadan bir yıl önce babamın dedesi Osman da vefat eder. Ondan sonra da babam amcasının velayetinde kalır. Osman torunu olan babamı çok seviyor. Hem oğlu Abbas’tan hatıra kaldığı için hem sarışın ve çok güzel bir çocuk olduğu için.
Osman konak sahibidir. O yıllarda Batum büyük bir ticaret merkezidir. Rusya, İran ve Arabistan arasında mal transferinde büyük rol oynamaktadır. Bu bölgeler arasından mal nakliyesi kervanlar aracılığıyla yapılmaktadır. Qûçe köyü ise bu kervanların yol güzergahındadır. Kervanlar bu köyü mola yeri olarak turuyorlar. Köyün ağası durumunda olan Osman’ın konağından yararlanırlar. Ve her gelişlerinde mutlaka Batum’dan Osman için bir hediye getirirler. Bakır ev aletleri, çeşitli zahire maddeleri, çay ve kent şeker (büyük levhalar halinde şeker) gibi eşyalar. Bu arada osmanın torunu Yusuf’u çok sevdiğini bilirler. Bir gelişlerinde – ki bu son gelişleri olmalı – o yörelerde hiç bulunmayan rus çocukları için özel olarak yapılan çûxtan –bugünkü kaşe kumaşı gibi bir şey – dizlerinin altına kadar inen kaban gibi bir palto yusuf için bir hediye getirirler. Biraz büyüktür ama olsun. Çünkü yörede hiçbir çocuğun üzerinde böyle bir kaban yoktur.
Bu kabanın rengi siyahtır, iri düğmeleri vardır. Ön kısmı, kolları, yakası sırmalıdır. Geniş yakalıdır ve çok kalındır. Yusuf bu kabanı dedesinin sağlığında sadece birkaç sefer o da özel günlerde giymiştir. Giydiğinde, dedesi, yürü bakayaım diyor ve çok seviniyor, Yusuf’u çağırıyor, kucaklıyor, öpüyor ve haydi git diyormuş. Yusuf kaybolduğunda üzerinde bu kaban varmış. 1918 yılının başlarında Rus ordusu – artık bolşevik ordusudur – Iğdır’ı da terk etmek üzeredir. Arkalarında ise ermeni köyleri ile birlikte yezidi köylerini de kaderiyle başbaşa bırakarak. Arkalarında ise ittihat-terakki subaylarının komutasındaki osmanlı ordusu gelmektedir. İşte ermeni ve yezidi köyleri için felaket başlamıştır. Bu felaket neticesinde yüzlerce köy yakılıp, yıkılmaktadır. Onbinlerce insan ölmektedir. Bu insanlar canlarını kurtarmak için Aras nehrini geçerek erivana doğru kaçarlar. İşte böyle bir ortamda yüzlerce çocuk anne ve babalarını kaybederek, çaresiz, aç, korumasız, ortada kalırlar. Bu günlerde yusuf sekiz yaşındadır ve kimsesiz kalan yüzlerce çocuktan sadece biridir. Onunla birlikte, ondan üç yaş kadar büyük halasının kızı ayşe de ortada kalmıştır. Artık kendileri dışında onları koruyan kimseleri yoktur. Birbirlerinin ellerini hiç bırakmadan ayakta durmaya çalışmaktadırlar.
….