5/03/2014

Dümdüz Yatıyorum


…böyle sırtüstü, düz. Çünkü yeni traş oldum, yastığa yanağımı dayayamıyorum. Acıyor. Yoksa ben de aslında şu ruh halinin gerekliliği olarak cenin pozisyonunda yatmayı tercih ederdim. İyi ki üstüme çift kat battaniye örttüm de kendimi o kadar da korumasız hissetmiyorum. Yoksa sırtüstü, dümdüz yatmak güvenli değil. Bir de tabi kollarımı göğsümde bağlamış olmam da ayrı bir güven hissi yaratıyor.

Dümdüz yatıyorum diyorum ama aslında tam bu satırları kaleme alırken bir trende, cam kenarındayım. Yolculuğuma yeni başladım. Ve hayır, aslında dümdüz yatarken aniden rüya görmeye başlamadım. Gerçekten de bu satırları satır satır, bir kalemle, bir deftere yazıyorum. Dümdüz yattığım kısım aslında geçen haftaydı. Ama ben o kısmı kağıda değil de aklıma yazmıştım zaten. Ne yani? Siz bütün yazılarınızı önceden düşünmeden, doğrudan kağıt üzerine mi yazıyorsunuz yoksa? Ve gerçekten de bir trende, cam kenarındayım. Tam bu satırları yazarken çaprazımda oturan çok şık giyinmiş bir fransız hanımefendi de küçük not defterini çıkarıp bir şeyler yazmaya başladı. Onun el yazısı daha güzel. Ama sonuçta benden görüp not almaya başladı. Ama bu onun yazdığı yazının değerini azaltan bir şey değil. Sonuçta hepimiz birilerinden görüp yazmaya başladık. Ben mesela ilk dümdüz yazma denemelerimi lisede Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı adlı romanını okuduktan sonra yapmıştım.

Bu arada tren ne güzel bir ulaşım aracı. Her seferinde heyecanla biniyorum trene. Uçak gibi değil. Trendeyken yol aldığını hissediyorsun. Özellikle de yazı yazarken aldığın yol tam olarak yazdığın yazının içine işliyor. Her küçük tümsekte, raylardaki en küçük kaymada sen de anında onu defterine kaydediyorsun. Hop. “B” harfi biraz yamuk oldu. Tam da şu anda üzerinden geçtiğimiz ray gibi. Uçak öyle değil ama. Türbülanslı bir uçuşta değilsen sakin, sarsıntısız bir şekilde, dümdüz yol alıyorsun uçakta. Motor uğultusu eşliğinde. Mesela uçağa binmek ilk seferinde çok heyecanlı ama sonra alışıyor insan – hatta sonradan uçağa binme merasimi çok sıkıcı bir hal alıyor, kontroller, güvenlikler vesaire. Denize girdiğinde önceki suyun soğuğuna nasıl alışıyorsan öyle biraz sanki. Ama tam da değil belki. Benim o kadar deniz/su maceram yok. Bu tür bir benzetme yapmak haddime değil aslında. Tıpkı az önce trendeki kadının bana bakıp yazmasını, benim Çetin Altan’a bakıp yazmama benzetmiş olmam haddim olmadığı gibi. Biraz benziyor ama tam da değil aslında.

Aslında konuyu değiştirmek istemiyordum. Trenler güzel ama konu o değildi. Evet, belki bu blogu başlı başına her yazıda konuyu değiştirme üzerine kurgulamış olsak da bu yazıda konu değişmesin istiyorum. Zaten bu blog da eski blog değil. Ve konu biraz, kıyısından-köşesinden bu blog aslında. Kaç yıl önce ortak yazacak bir mecramız olsun diye açtığımız blog hala var ve hala yer yer yeni yazılar bile yazıyoruz. Sözün uçup yazının kalması anafikrine bağlamayacağım merak etme. Sadece eski/genç bizlerin bu blogu açarken ne kadar güzel düşündüğünü anlatmaya çalışıyorum - ve yeni bizlere ne kadar büyük bir abilik yaptıklarını. Demek ki abilik yaşta değil.

Trendeyken el yazısıyla dümdüz yazmak mümkün değil. Ama zaten artık trende de değilim. Geldim bir kafeye oturdum. Bilgisayar ile yazıyorum. “Kaleme alıyorum” demek daha güzel tabi ki, farkındayım. Ama klavye ile yazıyorum, evet. Böylece daha önce yazdıklarımı süsleme imkanım da var. Tabi trendeyken de bilgisayarımı çıkarıp yazmak mümkündü ama nedense kalem-kağıt ikilisini tercih ettim. Aslında öyle nostaljik bir insan da değilim. Hatta bu tür nostaljileri çok avam bulduğumu belirtmem lazım. Eski şeylere sırf eski oldukları için romantiklik atfetmek en politically correct (siyasal olarak doğru diyor internetteki sözlük, o kadar mot-a-mot ben de çevirirdim) deyişle, hoş değil.

Kafede en köşedeki masaya oturdum. Burası daha güvenli çünkü. Neyden sakınıyorsam artık. İçgüdüsel olarak kendimi diğer insanlardan uzağa koydum. Bana zarar gelsin istemiyorum. Yalnızım çünkü. Başıma bir şey gelse yanımda benimle ilgilenecek sadece yabancılar var. Dilimi bile konuşmayan yabancılar. Ben onların dilini konuşuyorum şükürler olsun ki. Bu kısımlar biraz gerçek biraz değil mi acaba? Hayatımın özetini de yazıyor olabilirim. Ama okur olarak sen ne anlıyorsun acaba bundan? Sen diyorum, umarım alınmıyorsundur. Aslında siz demeyi daha çok severim tanımadığım insanlara. Aramıza bir mesafe koymak için çoğu zaman. İnsanları sevmeyen, mizantrop bir insan izlenimi vermek istemiyorum aslında. Fakat biz böyle öğrenmişiz. İlk önce kendini sakınacaksın, önce karşıdakini tanıyacaksın, ondan sonra kendini tanıtacaksın. Hep bir rol yapma hali. Batıda şehirlerde büyümüş diğer kürtler de böyle mi acaba? Şimdi kendi deneyimlerimi herkese mal etmeyeyim.

Evet, aslında ben de biliyorum insanlarla iletişim kurunca başıma kötü bir şey gelmeyeceğini. Hatta buraya gelmeden önce bir süredir iletişim içinde olduğum güzel bir fransız hanımefendisine bir mesaj atıp bir randevu koparmayı deneyebilirdim ama yapmadım bunu. Cesaret edemedim. Cemil bey ne güzel yapmış oysa. Ben yapamadım, şimdi bir kafenin en ücra köşesinde tek başıma saçma bir yazıyı kaleme alıyorum. Hayır, biliyorum bilgisayarla yazdığımı, ama yan anlamıyla kullanmak istiyorum bunu.

Neyse, kendi kafamdaki karışıklığı daha fazla buraya size empoze etmek istemiyorum açıkçası. Yazıyı babam Mele Miheme’nin, el yazısıyla, kalem ile, bir A4 harita metod defterine yazdığı, dedem Mele Yusuf’un hayatına dair kısa bir pasajla bitirmek istiyorum. Qûçe köyünden Paris’in ara sokaklarında bir kafeye uzanan masif bir hikayenin başlangıcı gibi bir şey, ama tam da değil. Dediğim gibi, konuyu aslında değiştirmek istemiyordum. Ama konuyu sürdürmek zor. Güvenli değil sanki. Ama olsun. Şu anda oturduğum köşede güvendeyim.

Saygılarımla ve daha da önemlisi sevgilerimle

Aleksi – 3 Mayıs 2014, Paris

….
Tekrar Qûçe köyüne dönersek, bu köy hepsi yakın akrabadırlar. Otuz-kırk hanelik bir köydür, büyükleri babamın dedesi Osman’dır. Kendisinin konağı ve diwanı vardır. Iğdır’da develeri olan tek ailedir. Birkaç yüz koyun ve yük taşımakta kullanılan öküzleri vardır.
Osman’ın iki oğlu vardır. Büyük oğlunun adı Ebdo’dur. Küçük oğlunun adı ise Abbas’tır ve yakışıklı bir gençtir. Osman için delalidir yani iş yapmaz en güzel. Köyün de delalisidir. Büyük oğlu Ebdo’nun yedi, sekiz oğlu vardır. Bunlardan bir veya ikisi evlidir. Ebdo’nun büyük oğlu dedem Abbas’ın yaşındadır. Bütün bunlar büyük aile olarak birliktedirler. Abbas da evlidir. Üç çocuğu vardır. Büyüğü babamdır. Ondan iki yaş küçük bir kız en küçüğü ise bir erkektir. Kızın adı – ki benim halamdır - bilinmiyor. Oğlanın adı – ki benim amcamdır – Abdullah’tır. Babam dört yaşındayken dedem Abbas yirmi küsür yaşında vefat eder. Onun vefatı babası Osman’ı ciddi anlamda sarsar çünkü çok sevdiği en küçük çocuğunu kaybetmiştir. Geride dul ve genç bir gelin, üç tane de torun kalmıştır. En büyüğü babam dört yaşındadır, en küçüğü abdullah üç aylıktır. Kürtlerde bir gelenek var, bu durumdaki dul kadınlar ev içinde bir erkekle evlendirilirler. Böylece dul kadın evlenmiş olur, hem çocuklar babasız kalmazlar. Ancak burada Osman’ın evinde (dul) gelinini evlendirecek bir erkek yok. Tek oğlu vardır, o da yaşlıdır. Abbas’ın vefatından yaklaşık bir yıl sonra osman dul gelinini kendi köyünnde bir yeğeniyle evlendirir. Böylece üç torununu babasız, gelinini de dul kalmaktan kurtarır. Bu evliklikten sonra babam ile iki yaş ondan küçük olan halam dedelerinin yanında kalır. Ancak babam hep annesine gider, zaman zaman annesi Osman’ın evine çocuklarının yanına gelir. Bu durum 1918 yılında köy yıkılmadan bir yıl önce babamın dedesi Osman da vefat eder. Ondan sonra da babam amcasının velayetinde kalır. Osman torunu olan babamı çok seviyor. Hem oğlu Abbas’tan hatıra kaldığı için hem sarışın ve çok güzel bir çocuk olduğu için.
Osman konak sahibidir. O yıllarda Batum büyük bir ticaret merkezidir. Rusya, İran ve Arabistan arasında mal transferinde büyük rol oynamaktadır. Bu bölgeler arasından mal nakliyesi kervanlar aracılığıyla yapılmaktadır. Qûçe köyü ise bu kervanların yol güzergahındadır. Kervanlar bu köyü mola yeri olarak turuyorlar. Köyün ağası durumunda olan Osman’ın konağından yararlanırlar. Ve her gelişlerinde mutlaka Batum’dan Osman için bir hediye getirirler. Bakır ev aletleri, çeşitli zahire maddeleri, çay ve kent şeker (büyük levhalar halinde şeker) gibi eşyalar. Bu arada osmanın torunu Yusuf’u çok sevdiğini bilirler. Bir gelişlerinde – ki bu son gelişleri olmalı – o yörelerde hiç bulunmayan rus çocukları için özel olarak yapılan çûxtan –bugünkü kaşe kumaşı gibi bir şey – dizlerinin altına kadar inen kaban gibi bir palto yusuf için bir hediye getirirler. Biraz büyüktür ama olsun. Çünkü yörede hiçbir çocuğun üzerinde böyle bir kaban yoktur.
Bu kabanın rengi siyahtır, iri düğmeleri vardır. Ön kısmı, kolları, yakası sırmalıdır. Geniş yakalıdır ve çok kalındır. Yusuf bu kabanı dedesinin sağlığında sadece birkaç sefer o da özel günlerde giymiştir. Giydiğinde, dedesi, yürü bakayaım diyor ve çok seviniyor, Yusuf’u çağırıyor, kucaklıyor, öpüyor ve haydi git diyormuş. Yusuf kaybolduğunda üzerinde bu kaban varmış. 1918 yılının başlarında Rus ordusu – artık bolşevik ordusudur – Iğdır’ı da terk etmek üzeredir. Arkalarında ise ermeni köyleri ile birlikte yezidi köylerini de kaderiyle başbaşa bırakarak. Arkalarında ise ittihat-terakki subaylarının komutasındaki osmanlı ordusu gelmektedir. İşte ermeni ve yezidi köyleri için felaket başlamıştır. Bu felaket neticesinde yüzlerce köy yakılıp, yıkılmaktadır. Onbinlerce insan ölmektedir. Bu insanlar canlarını kurtarmak için Aras nehrini geçerek erivana doğru kaçarlar. İşte böyle bir ortamda yüzlerce çocuk anne ve babalarını kaybederek, çaresiz, aç, korumasız, ortada kalırlar. Bu günlerde yusuf sekiz yaşındadır ve kimsesiz kalan yüzlerce çocuktan sadece biridir. Onunla birlikte, ondan üç yaş kadar büyük halasının kızı ayşe de ortada kalmıştır. Artık kendileri dışında onları koruyan kimseleri yoktur. Birbirlerinin ellerini hiç bırakmadan ayakta durmaya çalışmaktadırlar.

….

4/24/2014

1915 ile Bireysel Yüzleşme




“Yakın tarihin ağır yükü altında, kelimeler yetersiz kaldığında insanların yaptığını yaptım böylece milyonlarca öldürülmüş insanı andım" 
Willy Brandt

Başbakan olarak ilk resmi ziyaretini 1970 yılında Polonya’ya yapan dönemin Federal Almanya Başbakan’ı Willy Brandt, önceden planlanmayan ve hiç kimsenin beklemediği şaşırtıcı bir şekilde Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökmüştü. Diz çöktüğünde tek kelime etmemiş olmasına rağmen, bu hareketi ülkesi adına soykırımdan dolayı dilenmiş bir özür olarak algılanmış ve Almanya’daki tartışmalara rağmen tüm dünya kamuoyunda büyük takdir toplamıştı. 2011 yılında CHP’yi ve kendisi de Dersimli olan ( yoksa Akşehir miydi?) Kemal Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırmak amacıyla, Başbakan Erdoğan sözü Dersim’de yaşananlara getirip “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum” dediğinde Willy Brandt’ın diz çöktüğü bu görüntü yine akıllara gelmişti. Böyle bir literatürün var olduğu Willy Brandt’ın diz çöktüğü görüntüyle ya da David Cameron’ın 1972’deki “Kanlı Pazar” olayı için Kuzey İrlanda’dan özrü ile aşikar olduğu halde, özür dilemenin gerekliliği bir daha hiç sorgulanmadan tüm konuşmalar unutulup gitti.

Başbakan Erdoğan'ın 23 Nisan günü yayınlanan, 1915’te yaşananlar ile ilgili açıklaması da elbette ki tekrar Willy Brandt’ı akıllara getirmiş olmalı. Dersim konusundaki özür tartışmalarının, siyasi rekabette avantaj sağlayıp CHP’yi köşeye sıkıştırmak amaçlı olduğu gün gibi ortada olduğundan, bende uyandırdığı etki kesinlikle Ermeni meselesi ile ilgili dilenen taziye dileklerinin yarattığı şaşkınlıktan daha az oldu. Muhafazakâr bir iktidar için, Kürt meselesinin çözümü konusunda din kardeşliği üzerinden tabanını daha kolay ikna etme kabiliyeti söz konusuyken, Ermeni meselesi gibi bir tabuyu gündeme getirip taziye dileğinde bulunmak gerçekten cesaret gerektirdiği için elbette ki yarattığı şaşkınlık daha büyük oldu. Şunu da belirtmek gerekir ki, 1915’te yaşananlar için devlet adına Ermenilerden, Willy Brandt’ın yaptığı gibi, özür dilenmesini beklemek ( hele bir de kendi döneminde yaşanan hiçbir acıdan dolayı bugüne kadar özür dilememiş olanlardan beklemek ) sadece saflık olur. Ancak, yaşananlar için devletin özrü kadar bence önemli olan, yaşanan trajedilerin azmettiricisi olan İttihat ve Terakki'nin tetikçi olarak kullandığı dedelerimizin günahları ile yüzleşebilmek ve bireysel olarak dedelerimiz adına özür dilemektir.

Sovyetler Birliği’ni yönettiği dönemde milyonlarca insanın ölümünden ya da sürgününden sorumlu olduğu iddia edilen Stalin’e mal edilen bir söz vardır: “Bir insanının ölümü trajedi olurken, milyonlarcasınınki istatistik kalıyor...” Kendimizi tüm yaşananlardan soyutladığımız ve hiçbir mesuliyet almadığımız için, 1915’de yaşananları soykırım olarak kabul edenlerimiz için de “her şeyi önce onlar başlattı, bizimkiler sadece tehcir ettiler” diyenler için de bir zamanlar bu topraklarda yaşayan milyonlarca Ermeni’nin ölümü ya da tehciri istatistikten ibaret kalıyor. Bir zamanlar beraber yaşadığımız insanların başından geçenleri öğrendiğimizde, dedelerimizin komşularının hikâyelerini duyduğumuzda ya da yakınlarımızın şahit olduklarını duyduğumuzda işin trajedi boyutunu ancak görebiliyoruz.

 


Kaynak: Ottoman Population 1830-1914, Demographic and Social Characteristics, Kemal H. KARPAT, The University of Wisconsin Press

Dedesinden ya da ninesinden, zamanında beraber yaşadıkları Ermeniler hakkında hikayeler dinleyenimiz çok azdır, hatta eminim ki birçoğumuz zamanında dedelerimizin yaşadığı topraklarda Ermenilerin de yaşadığından habersiziz (defineciler hariç). Yukarıda yer alan tabloya bakınca, işin trajedi boyutuna tanıklık edenlerin aslında çok da uzağınızda olmadığını anlayabilirsiniz. 1915 yılına gelindiğinde Ermeniler bu ülkenin her köşesinde yaşıyorlardı; her şehirde evleri, arazileri, malları ve mülkleri vardı. Eğer bugüne kadar büyüklerinizden Ermeniler hakkında hiçbir hikaye duymadıysanız, ailenizin malında mülkünde Ermenilerden kalan ya da yağmalanan bir şeyler olduğundan şüphe etmemeniz için hiçbir neden yok. Burada belirtmek gerekir ki Ermeni meselesi ile yüzleşmenin önündeki en büyük engel de milyonlarca insanın arkasında bıraktığı ya da daha gitmeden elinden zorla alınan malların ve mülklerin varlığıdır. Eğer çevrenizde o günlere tanıklık etmiş insanların anlattıklarını dinlemiş birileri varsa biraz irdeleyince yüzleşecek şeyler olduğunu belki siz de görebileceksiniz.

Dedelerimin Mirası
Her ne kadar dedelerimin yaşadığı köyde Ermeniler yaşamamış olsalar da Kiğı ve çevresinde Ermenilerin önemli bir nüfusu olduğunu biliyordum. Dar bir vadi içinde kurulmuş, etrafı yüksek dağlarla çevrili olan köyümüze Ermenilerin yolu düşmemişti. Dedemin, Cihan Harbinden önce Kiğı’da Ermenilerin yanında uzunca bir süre çalıştığını da babamdan duymuştum. Ayrıca, kuzenimin büyük dedesinin de aslen Ermeni olduğunu daha önce biliyordum. Hamidiye Alaylarına dâhil edilmediği için devletin silahlarını o zaman kadar da hiç kullanmamış olan ve devletle de arası pek iyi olmayan Karerlilerin, Ermenilerin canlarının ya da mallarının talan edilmesine dahil olmamış olmaları benim için bir teselliydi. 

Kısa bir süre önce Karerli Mehmet Efendi’nin Yazılmayan Tarih - Anılarım kitabını okurken, 1. Dünya Savaşından Şeyh Sait İsyanına, İstiklal Mahkemelerinden Dersim katliamına dönemin önemli birçok olayına tanıklık etmiş bir insanın Hüseynik’te yaşayıp da anılarında Ermeniler hakkında tek kelime söz etmemiş olmasını çok ilginç bulmuştum. Ne Karerli Mehmet Efendi’nin Rusların ilerleyişinden dolayı kaçıp Karer’den gelen muhacir hemşehrilerini yerleştirmeye çalıştığı arazilerin kimin olduğuna dair, ne de kendisinin edindiği ve elinden alınmaması için dönemin Elazığ vekili yazar Mahmut Şevket Esendal ile beraber Umum Müfettişi İbrahim Tali’ye karşı mücadelesini verdiği arazilerin kimden kaldığına dair kitapta tek bir kelimenin olmayışı şüphelerimi belli bir yöne çekti.

Karerli Mehmet Efendi’nin anılarından dolayı kafama takılan bu şüphe, kendisi Elazığ’a yerleşmiş olan Karerli Mehmet Efendi’nin memleketi olan Karer’de 1915’te neler olduğuna dair bende soru işaretleri uyandırdı tekrar. Ermeniler, yerleşmek için Karer’i tercih etmemişti ancak dedelerimin kaçıp gelip sığındığı bu bölge, tıpkı Dersim gibi Ermeniler için saklanmaya uygun bir yerdi. Kiğı’dan kaçan bazı Ermenilerin Karer’e sığınmış olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak çevremde küçük bir araştırma yaptım ve duyduklarım 1915’e dair en azından kendi ailemde ve köyümde de yüzleşilecek gerçeklerin olduğunu gösterdi.

24 Nisan 1915’de İstanbul’daki Ermenilerin ileri gelenlerinin tutuklanıp Anadolu’ya doğru yola çıkarılmalarıyla başlayan fırtına kısa bir süre sonra Kiğı’ya da ulaşmış, bölgede yaşayan Ermeniler için devletin sürgün kararı daha uygulamaya konmaya başlamadan; Ermenilerin canları, malları ve mülklerine yöre halkı el koymanın telaşına düşmüştü. Başlarına neler geleceğini bilen Ermeniler, önce en azından fırtına dininceye kadar sığınabilecekleri bir yer bulmak amacıyla daha sonraları umutları tamamen tükenince ise kendi akıbetlerinden çocuklarını koruyabilmek için güvenebilecekleri insanları bulmak için Karer’e de sığınmışlar. Temran köyünde dedemin birkaç yıl yanında çalıştığı aile de kendilerini koruyup saklayabileceği umuduyla dedemin ailesini bulup yardım istemiş. Dedemin ailesi, devletin ve ağanın korkusu ile gelen aileyi saklamaya cesaret edememiş. En azından kızını kurtarabilmek için, eğer dedem kızları ile evlenirse, aile epey bir mal ve mülkünü dedeme bırakacağını söylemiş, ancak dedem köyünden başka bir kızı sevdiği için bu teklifi de kabul etmemiş. Dedem daha sonra sevdiği bu kız ile evlenmiş, ancak kısa bir süre sonra köylerinin Rus işgalinde bir cepheye dönüşmesi nedeniyle Malatya’ya göç etmek zorunda kaldıklarında, ailemin diğer birçok bireyi gibi bu kızda yolda tifüsten dolayı ölmüş. Dedelerimin sahip çıkamadığı bu Ermeni ailenin akıbetini bilmiyorum, ama dedelerimin engel olamadıkları trajedilerin da yaşanmış olmasının utancını ve üzüntüsünü bugün yaşıyorum. 

Bu anlattığım hikayeye ek olarak, hakkını teslim etmem gereken aile bireylerimin de o dönem olmuş olması benim için ufak da olsa bir teselli. Karer’e sığınmış ve Karerliler tarafından saklanarak bir süre korunmuş, daha sonrasında da Rusların işgal ettiği bölgelere kaçırılmış Ermenilerin de olduğunu öğrenmiş olmam benim için yine bir teselli olmuş oldu. Devlet ya da devletin yereldeki temsilcisi olan ağanın baskısına rağmen, bahsi geçen Ermenilerin saklanmasında ve korunmasında payı olan dedemin abisi Memed Werqé’nin de yeri gelmişken ruhu şad olsun.

Elbette ki 1915’te Karer’de yaşananlar sadece bu anlattıklarımdan ibaret değildi, örneğin ağanın akrabası tarafından yüklü miktarda altın karşılığında himaye edilen ve çoban olarak çalıştırılan Ermeni çocuklarının da Karer’de yaşamış olduğunu biliyorum. Eminim ki daha kapsamlı bir sözlü tarih çalışmasıyla bile, sırf 1915’de yaşananların kıyısında kalmış olan Karer’de bile yüzlerce insanın trajedisine tanıklık etmek mümkün. Yaşananları biraz olsun araştırarak, hatıralarda saklı kalan şeyleri ortaya çıkararak istatistik niteliği taşımayan gerçeklere ve trajedilere ancak ulaşabilir ve yaşanan acılar ile yüzleşebiliriz. Ne 1915’i toptan reddetmek, ne her şeyin karşılıklı gerçekleştiğini iddia etmek ne de tüm yaşananların sorumluluğunu Osmanlı’ya ya da İttihatçılara atıp işin içinden çıkmak mümkün değil. Hepimizin yüzleşmesi gereken gerçekler var; dedelerimiz ya bizzat öldürdüler, ya ihbar ettiler, ya Ermenilerin mallarını ve mülklerini talan ettiler ya da olup bitene seyirci kaldılar, çok azımızın dedeleri ise bu utanca ortak olmadılar. Bu gerçekler ile yüzleştiğimiz gün Willy Brandt gibi hepimizin dizlerinin bağı çözülecek ve yaşananlar için dedelerimiz adına, kimin haklı olduğu hesabına hiç girmeden, özür dileyeceğiz.

4/14/2014

Dümdüz yazıyorum



Sonra belki süsleriz de. 13 nisan pazardı. Bu bloga giriş yazısını yazmamdan yaklaşık 6 yıl sonra. Önceki gece bizde kalan bir çifte yatağımı verdiğim için bro’nun yatağında uyandım. (fiilen yalnız yaşadığım koca ev ve kendimden biz diye bahsetmem yadırganmasın) Yatağımı verdiğim çift sabahın 8'inde usulca çıkarlarken duymuştum. Salonda uyuyan Didem’in hala orada olduğundan emindim. (oturduğum evin iki katlı olması yadırganmasın) Salona indim. Didem uyandı ve hemen çıkmasının gerekliliğini anlattı ve çıktı. Semi’nin beni davet ettiği bruncha gitmekte tereddüt ettim. Bir gece önce Didem’in ısrarıyla telefon numarasını istediğim, yaklaşık üç hafta önce gayrı meşru yollardan attığım bir mesaj ve peşi sıra yolladığım mesajlardan hoşnut olmadığını anlamama rağmen her nasılsa randevu kopardığım, buna rağmen hala ‘face’ te arkadaşım olmayan ancak o gün saat 5 için sözleştiğimiz hanımefendiyi buluşma yerini öğrenmek için ne zaman aramam gerektiği konusunda tereddüt ettim. (hiçbiri yadırganmasın) Randevuya gitmek konusunda tereddüt ettim. Dişlerimi fırçaladım. Bu aralar sabahları dişlerimi fırçaladıktan sonra 5 dakika öğürerek öksürüyorum. Öğürdüm, öksürdüm. Giyindim. Bahara uygun giyinmek istedim. Bahara uygun giyindim. Bruncha gittim. Şampanya içtim.(kahvaltı etmeden şampanya içmem yadırganmasın) Bir Hollandalı'ya mandabatmazın ne demek olduğunu anlatmaya çalıştım. Zümbrüt’ün saçlarının nasıl da ağarmış olduğunu farkettim.(Birinin adının bu şekilde yazılıyor olması yadırganmasın) Saçma sapan anılar anlattım. Randevudan önceki son 2 saatimi geçirmek için stüdyoya gittim. Sakalsızlığım bir kere daha kutsandı ve kutlandı. Gençleştim. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde, döndüğüm gençliğin, benim gençliğim olmadığı saptanacaktı. Randevu yerine gittim. Birgün gazetesinin tamamını okudum. Gelmeyebileceği ihtimalini hatırladım. Aramakta tereddüt ettim. Geldi. O doğduğu zaman 6 sayısını ne kadar sevdiğimi hatırladım, dile de getirdim. Güdük ilişkimizi yapısöküme tabi tutmaya çabaladım. Sorular sordum. Öğrendim. Bana, yazdıklarımı ne şartlarda okuduğunu anlattı, ben ona ne şartlarda yazdığımı anlattım. (Sizin bunları ne şartlarda okuyacağınız konusunu umursamıyor olmam yadırganmasın) Sinemaya gitmeye davet ettim bir gün. Kabul etti.  En son neden geldiğini sordum. ‘Bir arkadaşına senden pek de bir şey eksiltmeyeceğini düşünerek bir şey yaparsın ya, onun gibi bir şey’ cevabını aldım. Düşününce bana acıdığını buldum. (Kahvaltıdan önce şampanya içen birine acıması yadırganmasın ) Ayrılırken sarıldı. Sevindim. Edin’e rastladım. (Birinin adının Edin olması yadırganmasın) Edin bir alem çocuk. Atlas sinemasına gittik, mesela yıkılmamış olsaydı Emek sinemasına gidiyor da olabilirdik. (Yıkılmış olması kuvvetle yadırgansın) Muhsin Bey’e bilet sorduk. (Restore edilmiş bir Muhsin Bey’i sinemada izlemek istememiz yadırganmasın) Muhsin Bey’e bilet yoktu. Kapıda o seansta Atlas’taki filme bilet satmaya çalışan adamdan filmin ne olduğuna bile bakmadan iki biletini aldık. Juliette Binoche'lu romantik komedi galasına girdik. Bir frigo karşılığı göğsüme, tam kalbimin üstüne nabız ölçer taktırdım. Film başlamadan frigoyu bitirdim. Çişimi tuta tuta izledim. Filmden önce Edin bana bira ısmarlamıştı. (Filmden hemen önce bira içen birinin film boyunca çişini tutması yadırganmasın) Film Shakespeare'ın ‘bir yazgününe mi benzetsem seni’ dizesiyle bitti. (Pek çok çeviri arasından bunu seçmem yadırganmasın) en azından bu filmi izlerkenki kalp atışlarım, bir grafik halinde elimde olacak diye sevindim. Sakalsızlığıma şaşıracak birkaç insan daha gördüm. Bar inşa planı konuştum. Eve döndüm. Çok huzurlu sayılmazdım. Yaşlanmış da hissetmiyordum. Döndüğüm gençlik benimki değilse kimindi? Asansörden inerken bir an için, aynada kendimi Jim Morrison'a benzettim. (Birkaç gün önce üç Yoko Ono ile otururken, ismi Agit olan bir garson; pek çok iltifatın ardından beni John Lennon’a benzetmişti. (Böylesine adıgüzel ve tatlı birinin beni John Lennon’a (senin John Lennon’la ne alakan var diyenlerin, saçımın uzamış olduğunu ve o sırada yuvarlak gözlüklerim olduğunu bilmemesi yadırganmasın) benzetmesinin ardından kendimi bir an için Jim Morrison’a benzetmem yadırganmasın))(parantez kullanmaktaki becerimin mühendislik formasyonu almış olmamdan kaynaklanıyor olması yadırganmasın) Viskim kalmamıştı. Uyuşturucu da kullanmıyordum. Ölmek için 27 yaşına dönmeye çalışan, 30 yaşında, kaybeden bir rockstarın bir pazar gününü dinlediniz, dedi radyodaki ses. Kaç pazar daha vardı acaba? Bu arada tabi ki hanımefendiye yine bir e-mail gönderdim. Ekinde de şu şarkı vardı. (Buraya kadar hiç paragraf yapmamış olmam yadırganmasın)

dinlememiz yadırganmasın


meanwhile, somewhere/ aynı zamanlarda, bir yerlerde
(ingilizce biliyor olmamız yadırganmasın)
yani bunlar olurken ya da bu yazı yayına hazırlanırken, ismet özel’in jazz’ı, bilinen tüm jazzlardan daha çok yürürlükte idi. (ismet özel’e rağmen ismet özel’i sevenlerin birleşmesini istemem yadırganmasın) Aleksi, Paris’e bilmemkaç kilometre ötede, hiç ziyaret edemediğimiz yerleşkesinde, belki bizi ne kadar özleyip sevdiğinin farkındayken; dünya insanının ya da onun şehirlerinin dertlerine kafa yoruyordu. Saçlı İstanbul’a gelmeye hazırlanıyordu. (Saçlı, saçlarının bir kısmını döktü, yaşasın hem eski hem yeni saçlı diye haykırmam yadırganmasın) Dânâ, bir isim bulmaya çalışıyordu. (Kamuoyu önünde ona isim önerimin ’Agit’ olduğunu açıklamam yadırganmasın) Yutun beraber beklediğimiz barbarları nasıl karşılayacağımızı düşünüyordu. (Bizim beklediğimiz barbarların Dânâ’nınkilerden farkının ayrı bir yazının konusu olması yadırganmasın). Adını zikeredemediğim pek çok dostumuz da sevdiğini söyleyebileceği ne kadar dostunun olduğunu farketmekteydi.

Saçımız, sakalımız bugün var, yarın yok. Ya da bugün yok, yarın var. Saçımızın ve sakalımızın tırnaklarımız gibi, öldükten sonra bile bir süre uzayacağının farkında olmamız yadırganmasın. Farklı barbarlarımızın olması yadırganmasın. Siz siyasetteydiniz bir noktada, bu yazıyla siyasetten uzaklaşıp siyah ete yada bir siyah sete gitmemiz yadırganmasın.

Neticede burada yazılanlar  ha yal ürünü ha hayal ürünü. 'Yal'ın bulmacalarda çok sorulan bir kelime olması ve köpek yiyeceği demek olması yadırganmasın. Köpek yiyeceğinin ürününün köpekteki enerji olduğu da

3/23/2014

Barbarları Beklerken

“Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?
bugün barbarlar geliyormuş buraya“

Barbarları beklerken, Konstantinos Kavafis


Abdülhamit’i deviren İttihatçıların, Abdülhamit’ten devralıp İttihat ve Terakki’nin vârisi olan Cumhuriyet’e emanet ettikleri korkular üzerinden ülkeyi yönetme ve siyaset üretme geleneği Lozan’dan günümüze kesintisiz olarak farklı şekillerde vücut buldu. Kimi zaman şeriat, kimi zaman komünizm kimi zaman kürtler üzerinden toplumda yaratılan barbarları bekleme hali devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün teşkil etmesini sağlayan en önemli etken oldu. Tarihi, birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günlerin toplamından oluşan Türkiye Cumhuriyeti,  şeriatçı ya da komünist barbarlarının istilası tehlikesi ile zaman zaman karşılaşmış olsa da ihtiyaç duyduğu birlik ve beraberliği kesintisiz olarak ancak kürt barbarların istilasını beklerken sağlayabildi.

Son zamanlarda AKP hükümeti ve Erdoğan’a karşı Gezi, yolsuzluk operasyonu ve ses kayıtları üzerinden yürütülen haklı muhalefet, bütün çabalara(!) rağmen AKP’nin surlarında ciddi gedikler açıp AKP seçmeninden önemli bir kitleyi henüz koparabilmiş değil. İktidar üzerinden sağladıkları menfaatler çevresinde birbirlerine sımsıkı şekilde kenetlenmiş, bugüne kadar elde ettikleri kazanımları kolay kolay terk etmek istemeyen menfaat gruplarının koalisyonundan teşekkül etmiş bu seçmen kitlesini AKP’den koparabilmek için öne sürülen son koz olarak, yine ve yeniden, bölücü barbarların sınıra dayandığı haberleri kale surlarının içinde dillendirilmeye çalışılıyor. CHP ve MHP’nin seçmen kitlesi tarafından sıkça dillendirilen (AKP’nin seçmen kitlesi içinde korku tohumu olarak ekilmeye çalışılan) özerklik ve bölünme propagandası, 30 Mart yerel seçiminin galibi kim olursa olsun 30 Mart sonrasının gündeminin milliyetçi söylemler üzerinden gelişmesinin ve siyasetin yön belirleyicisinin milliyetçilik olmasının sebebi olacak.

MHP’nin geleneksel politikası ile tezat oluşturmayan bu milliyetçi söylem, özellikle İstanbul ve Ankara’daki AKP taraftarı olmayan seçmeni kendi çatısı altında toplamaya çalışan CHP için (partinin tarihi göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı olmasa dahi, güncel birleştirici politik söylemi için) büyük çelişki oluşturuyor. CHP’nin seçmen kitlesinin sosyal medya üzerinden yaygın olarak dillendirdiği “bas geç” (ki bu ifade ehven-i şer olmanın derin acizliğini taşıyor) ve “oylar bölünmesin” (ki CHP’nin yıllardır elle tutulur bir alternatif politika üretmemesine rağmen ikinci parti olarak kalmasını sağlamıştır) söylemleri, HDP’e fikren yakın olan kitleleri AKP karşıtlığı üzerinden Sarıgül’e oy vermeye yönlendirmek için yoğun şekilde dayatılıyor. Peki yönetim kadrosunu kürtler, aleviler, gayrımüslümler ve orta sınıf (sosyalist) kentlilerin oluşturduğu HDP’nin oylarını bu söylemle, hem de HDP’yi bir yandan açıkça bölücülük ile itham ederken, CHP’ye aktarabilmek mümkün müdür?

HDP’nin oluşumunda büyük pay sahibi olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının 2011 seçimlerinde çeşitli mahallelerde aldığı oyları göz önünde bulundurursak” tatava yapma, bas geç” diyenleri de çene yormaktan kurtarmış oluruz. Ortamlarda Sırrı’ya oy vermekle övünen sanatçı ve sanat sevicilerin mukim olduğu Beyoğlu’nun Cihangir semtinde Sırrı Süreyya Önder 2347 oyun ancak 262’sini (% 11) alabilmiş. Aynı ilçede kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Çukur mahallesinde 1925 oyun 1002’sini (%52), Bülbül Mahallesinde ise 2675 oyun 997’sini (%37) Sırrı Süreyya almış. Alevilerin (önemli bir bölümünü de alevi kürtlerin oluşturduğu) yoğun olarak yaşadığı Sarıgazi’de (hatırlatmak gerekir ki alevi bir aday olan Sebahat Tuncel bu bölgede seçime girmişti) 8983 oyun 668’i (%7), Gazi Mahallesinde 17473 oyun 1620’si (%9), Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarına gitmiş.  Aynı mahallelerde CHP’nin oyu ise sırasıyla %48 ve %66 olmuş. Nüfusunun azlığından dolayı tam olarak seçmen tercihlerini sandık seçim sonuçları ile ilişkilendirmek çok zor olsa da Gayrımüslimlerin çoğunlukla kentli orta sınıf ile beraber yaşadığı bölgeler olan Feriköy’de oyların % 9’u (CHP %66),  Adalar’da % 6,5 (CHP %48), Bakırköy %2,2 (CHP % 57,4) Blok adaylarına verilmiş. kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ilçelerden Sultanbeyli’de Blok adayı %10 (AKP %68), Esenyurt’da %9,3 (AKP 48) oranında oy almış.

Yukarıda belirttiğim oy oranlarını da göz önünde bulundurup genellemek gerekirse;  alevilerin, alevi kürtlerin ve kentli orta sınıfın halihazırda oy tercihinin zaten CHP’den yana olduğu görülüyor. HDP içerisinde yer alan gayrımüslimler, aydınlar, öğrenciler ve diğer grupların niteliksel olarak HDP’ye katkıları çok büyük olmakla beraber oy olarak katkıları çok sınırlı kalmaktadır. Tabi ki yeni oluşan siyasal sinerji içinde HDP’nin bu kitlenin ilgisini cezbetmesi muhtemeldir ve CHP’lilerin asıl korktuğu da budur. Ama HDP’nin potansiyel seçmenlerini çoğunlukla geçmiş seçimlerde kararsız kalmış olanlar ve zaten CHP’ye oy vermemiş/vermeycek olanların oluşturduğu, bunun da oldukça  büyük bölümünün kürt seçmenlerden meydana geldiği de ortadadır. HDP’li olmayan kürt seçmen de CHP'yi değil de AKP’yi desteklemekte. Bu durum ortadayken, ve HDP’lilere yapılan “bas geç”, “oylar bölünmesin” ve “HDP seçimden çekilsin” çağrılarıyla CHP’ye davet edilen oy havuzunun küçüklüğü belliyken, gözle görülebilir bir etki sağlanabilmesi için bu çağrıların asıl muhatabının kürtler olduğu görülüyor ve kürtler bu çağrıya ses vermediği sürece de bu kampanyanın bir işe yaramayacağı ortaya çıkıyor. O zaman şu soruyu sormak elzem hale geliyor: Bir yandan bölücükle itham ettiğiniz ve ötekileştirdiğiniz bir halktan, öte yandan sadece AKP karşıtlığında birleşerek, hem de elle tutulur açık bir vaat vermeden oy istemek ne kadar mantıklı?

Önceki seçimdeki oy oranları kürtlerin seçim tercihlerini genel olarak ortaya seriyor. Bununla beraber, önceki seçimde CHP’ye oy vermeyen kürtler için hali hazırda İstanbul’da CHP’ye oy vermek için geçerli çok fazla neden de henüz yok. Bugünkü HDP ile benzer seçmen kitlesine (kabaca orta sınıf kentliler, kürtler ve aleviler) sahip Türkiye İşçi Partisi çatısı altında 1960’larda başlayan kürtler ile türk solunun ilişkisi, günümüz ulusalcılarının ataları olan Milli Demokratik Devrim’i savunanlar tarafından sekteye uğratılmıştı. Doksanlı yılların başında SHP çatısı altındaki birliktelik de kürt milletvekillerinin meclisten yaka paça çıkarılmasıyla kürtlerin hafızasında çok acı bir tecrübe olarak yer edindi. Tarihsel olarak zaten çok da iyi durumda olmayan kürtler ve türk solu arasındaki ilişki bugün de CHP içindeki ulusalcılar tarafından pompalanan ve CHP tabanında da ciddi destek bulan milliyetçi söylemlerle pek de düzelecek gibi durmuyor. 90’lı yıllarda keskin şekilde bölünen oyların tekrar bir araya gelmesi sadece AKP karşıtlığı üzerinden olmayacağı gibi AKP’den koparılmak istenen seçmene bölücü barbarlar olarak sunulmaya çalışılan HDP’li kürtlerin, CHP’ye oy basıp geçmesi de kolay kolay gerçekleşmeyecektir.

Son olarak, CHP’nin Menderes’ten beridir sürdürdüğü “hele bir şunu koltuktan indirelim sonra bakarız bir yoluna” tarzı siyaset nereye kadar devam edecek, sürekli yeni barbarlar mı beklenecek? Hali hazırda ortak düşman ve ülkeyi ele geçirmekte olan/geçiren barbarlar olarak sunulan AKP ile ilgili işgal korkuları atlatıldığında beklenen barbarlar olarak yeniden kürtlerin öne sürülmeyeceği garantisini kim verecek? Şu anda açık sözlü olarak kimse vermiyor. Bu nedenle AKP sonrasına dair hiçbir fikri olmayanlar “Tatava yapmayın, basın gidin!”
…ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza. 


Barbarları beklerken, Konstantinos Kavafis


* Katkılarından dolayı Aleksi'ye teşekkürlerimle...