4/18/2011

Bağır daha çok bağır!!!

Ya o değil de Müzisyenin hakkı nedir ve nereden doğar? Bu yazımın temel sorusu bu. Müzisyen her şeyden önce insan olduğuna göre, insan oluşundan kaynaklı hakları saklı ve bakidir. Ama mesleği özelinde hak ettiği çok şey vardır ve bu hakların aslında diğer meslek alanlarındaki haklardan kategorik olarak pek bir farkı yoktur. Her işin sağlıklı yapılabilmesi için belirli şartlar gereklidir ve bu şartların sağlanmasını talep etmek o işi yapanın en temel hakkıdır.

“Davulcunun, zurnacının, çalgı çenginin ne hakkı olabilir ki? En nihayetinde insanları öyle ya da böyle eğlemeyi meslek edinmişlerden bahsediyoruz. Nedir ki yani, 2-3 saat çalıyorlar alt tarafı ne hakkı ne hukuku?” diyenler, topunuzu eşekler öpsün inşallah.

İster okullu ister alaylı olsun, müzisyen toplumun büyük kesiminin hakir gördüğü bir alanda olmasına rağmen gecesini gündüzünü bu işe ayırmış olan bir zattır. Yani bir anlamda topluma rağmen toplumun duygu dünyasına besin olan bir üretimin öznesidir müzisyen. Müzisyen yıllarca hakir görülerek, küçümsenerek, ciddiye alınmayarak, çalışır. Bunun altındaki motivasyon çoğunlukla aşktır. Seslerin büyüsüne aşık olur, onun gücünü tanır ve önünde eğilir müzisyen. Fizikçinin atoma aşık olması gibi bir şey bu. Zaten kurcaladığı şeyin doğasına, yapısına, gücüne, zayıflıklarına kısacası bütününe aşık olmamış olan birisi kurcaladığı ne olursa olsun fazla ileri gidemez. Potansiyelini gerçeğe dönüştüremez. Bunu başardığını zannedenlerin çoğu da başaramamıştır zaten. Aradığını bulamamaktır işin özü. Bulamadığını kabullenmek ama yine de aramaktan geri duramamaktır. İşte bu hislerle çalışır durur müzisyen. Verilen emek hiçbir şey ile kıyaslanamaz (zaten hiçbir emek bir diğeriyle kıyaslanamaz. Bu noktaya ailemizin iktisat uzmanı sevgili aleksi itiraz edebilir, ama tartışmaya açık bile olduğunu düşünmüyorum bunun. onu söliyim aleksi. İstersen okuru etkileyebilirsin ama beni asla, aklından bile geçirme). O yüzden emek sadece 2-3 saatle sınırlı değildir. Yılların emeğidir ve çok değerlidir.

Nedir bu emeğin hak ettiği. Ben henüz başlamış saydığım sahne maceramın şimdiye kadarki kısmından anladım ki, tek bir sözcükle bütün bu haklar tanımlanabilir. Mutluluk. Müzisyenin en temel hakkı sahneden mutlu inebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İyi bir ses sistemi, sağlıklı bir akustik tasarım, enstrümanları tanıyan, yaptığı işi bilen ve hakkını veren bir ses teknisyeni ve mühendisi, kaliteli, ihtiyaçlara yönelik olarak çeşitli ve yeterli sayıda mikrofonlar. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Yani kısacası geriye sadece insan faktörünü bırakan bir takım teknik gereklilikler. İşte bu saydıklarım müzisyenin en temel hakları. Ancak bunlar sağlandığında gerisi müzisyene kalır. Aksi bir aşçıdan tencere, tava olmadan yemek yapmasını beklemek gibidir. Biyologun mikroskobunu alıp 'Haydi araştırmaya devam!' demek gibidir. Yukarıda saydıklarım sağlanmadıysa müziğe gelene kadar çok şey araya girer. Müzisyen ile amacı arasındaki mesafe inanılmaz bir hızla artar.

Bir çok işletmeci bunu kavrayamaz. Keşke böyle olmasaydı, ama maalesef bir çoğu paradan başka bir şeyi düşünmez, düşünemez. Sonuç müzisyenin önünde yeni bir engel daha çıkmasıdır. Zaten toplumsal algının acımasızlığına rağmen yaptığı bu değerli işi, bu sefer de para hırsının kesintici zihniyetine kurban eder. Ama işletmeci burada da durmaz. Ses sisteminin zavallılığına aldırmaksızın mekanını insan doldurmakla yükümlüdür o. Bazı mekanlar öyle kalabalık olurlar ki, müzisyen insan uğultusundan kendi sesini duyamaz. Sahneye insan taşar, mikrofonlar devrilir, ama mekanın o viran olasıca kapısı bir türlü kapanmaz. Ve o gece süper çalmış olur müzisyen, işletmeci öyle der. Ama bir de gece boş geçerse yandın müzisyen hafız, adamdan saymazlar seni. Çok kötü bir performanstır o. Paranı vermezler kimi zaman, mekanı dolduramadın derler sanki bu müzisyenin sorumluluğuymuş gibi.

-Mikrofon mu alınacak, git oğlum şu 50 liralıklardan 3 tane al gel, kablo da yaptır ama çok uzun olmasın ha pahalıya gelir.

-Mikrofon ayağına gerek yok, kırıkları bantlayın ama bunu da en dandik kahverengi koli bandıyla yapın ki iğrenç görünsün.Estetik kaygılara gerek yok.

-Bu mikser yeter kardeşim, alt tarafı bir avuç insanı eğlendireceksiniz, yeni miksere gerek yok.

-Monitör çok mu tiz.hmmm… Ama onların hepsi birbirine bağlı tonlayamayız ki, idare edeceksiniz.

-Ya herkes kredi kartıyla ödedi o yüzden kasada para yok, haftaya vereyim paranızı.

-Mekan bomboş arkadaşım. Müşteri yok, e kusura bakma ama sana da para mara yok.

Bu işletmecinin sesidir okur kişi. Bütün bunların üstüne bir de ne der biliyor musunuz? "Ha şu grup mu? Bizim çocuklar ya. Çok ekmeğimi yediler. Benim sayemde bu günlere geldiler." Bak sen şu işe.

Doğrudan bu cümleleri kurmaz muhtemelen işletmeci (kuran varsa da içlerinde en dürüst olanı odur herhalde). Hatta bu işletmeciler arasında haktan hukuktan dem vuran, sosyal ve çevresel duyarlılıkları olanlar da vardır. Bir kardeşinin, bir dava arkadaşının, cumartesi annelerinin, eşcinsellerin, ne bileyim ezilenin, hor görülenin hakkını canhıraş savunanlar da vardır. Doğanın katledilmesine içi acıyanlar ve sözünü sakınmayanlar da vardır. Fark etmez. Misal Sırrı hocaya oy atacak benim tanıdıklarımın çoğu. Atsınlar, anlamadan atacaklar. Belki bir kısmı eşiniz dostunuzdur müzisyen okur. Hiç fark etmez. Bir fabrikanın daha fazla kar edebilmek adına arıtma sistemi kullanmaması ve çevreyi katledip insan sağlığını tehlikeye atması ile bir mekan sahibinin/işletmecisinin giderleri azaltıp karını yükseltmek adına teknik giderleri kısması ve kapasite üstü seyirci alması arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Sonuçta bir ömürlük çalışma, emek ve aşk, her gece yüzlerce farklı yerde bir gecelik kazanca karşı mütemadiyen kurban edilir.

Çalanı da dinleyeni de tepeden tırnağa kavrayabilen bir mefhumdur müzik. Gücü öyle büyüktür. Dokunuşları öyle derinlere uzanır. Biz müzisyenler ise bu meczup etiketi yemiş halimizle bu şahaneyi ezdirmeye, bu potansiyel gücü gerçekleşme ihtimalinden uzaklaştıranlarla çalışmaya devam edecek miyiz? İkinci soru da bu. Bir yol bulmak gerek. Bir şekilde anlamalarını, anlamıyorlarsa da mecbur kalmalarını sağlamak gerek. Hiçbir yol bulunamıyorsa, oturup evde çalmak gerek. Misal performanssız bir İstanbul, bu oyuna kendini kaptırmışlar için büyük bir tehdit olmalı. Bir düşünün derim ben. Nasıl olsa meczup değil miyiz? Ne yapsak yeridir sanki.

p.s. Can Yücel’in bir aralar sosyalizm için sarf ettiği (iddia edilen) bir lakırdı var: Sosyalizm tüzük değil büzük ister. Bu lafı hatırlamakta ve her alana uyarlamakta fayda var lakin yazımı bitirirken şunu haykırmak istiyorum: Nerde bizde o büzük? Geçiniz lütfen.

No comments: