12/23/2011
sarko'ya kapak
İşçi partisi de Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır diyor. Hanzo filmini hatırlıyor musun okurcan? Hanzo her şeye armut, hülya ya da meme diyordu. İşte bu da o hesap. Bağlantıyı sen kur. Zaten her şeyi bilgisayardan, internetten bekliyorsun. 3 gün elektrik gitse, arkadaşlarına anlatacak masalın, fıkran yok valla. Bu yazıyı okuduktan sonra hemen kendine fıkralar üretmeye başla bence. Komik olsunlar. Bi de korkunç hikayeler uydurabilirsin.
Futurist bir pembe dizisin sen işçi partisi. Gök tanrı seninle olsun.
12/16/2011
eski sözlük
10/21/2011
Her sakallı deden, her histeri vicdanın değil
Terör lanetçileri, vicdanınız, duyarlılığınız, yaşam aşkınız, tıpkı bu odalar gibi, ruhunuzun karanlık köşelerinde yeni misafirler bekliyor. Sadece medya "şehit" haberleri pompaladığında oraya girip oturacak bir koltuk aramaya başlıyorsunuz. Ruhunuzun bu misafir odalarında sakladığınız vicdanlarınızı o kadar uzun süredir görmüyorsunuz ki, artık o odadan vicdan yerine intikam, kin, ve öldürme arzusu çıkardığınızın farkında değilsiniz. Vicdanlarınızın üzeri o kadar uzun süre örtülü kaldı ki artık onun hangi örtünün altında olduğunu unuttunuz.
Ulus devlet histerisi ve bu ekonomik olmayan ekonomik sistem dünya üzerinde milyonlarca insanın dilini, evini, huzurunu ve yaşama hakkını elinden aldı. Bir düşünün isterim hırsızın hiç mi suçu yok?
Terör lanetçiliği ve intikam arzusu beyinsizliğin bir göstergesidir. Sırrı Süreyya'nın Einstein'dan aktardığı gibi, “Ahmaklığın en büyük kanıtı aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuçlar beklemektir.”
Nasıl? Pardon... Gencecik insanların ölmesine çok mu üzülüyorsunuz? Yürüyün gidin lütfen. Önce ruhunuzun karanlık odalarına girip doğru örtüyü kaldırın hele. O zaman bu ölümleri nasıl engelleyeceğimizi konuşabiliriz. Şu halde üç vakte kadar gelecek yeni ölüm haberlerinin zeminini hazırlamaktan başka hiçbir şey değil yaptığınız. Kan ve intikam isterken göz yaşlarınızın hiç kıymeti yok.
Unutmayın şehit diye bir şey yoktur, Kandil aslında kapı komşunuzdur ve vicdanınızı bulduysanız eğer 29 Ekim’in diğer 364 günden hiçbir farkı yoktur.
10/19/2011
Bu mudur?
10/07/2011
Klişe ve Gerçek, Bir Sınır Sorunsalı ya da Pahalı Ayakkabılar*
O değil de klişeyle gerçek arasında çok ince bir çizgi varmış. Bugün bunu öğrendim. O çizginin civarındaydım ama ne tarafta olduğumu bir türlü kestiremiyordum. Bir çift ayakkabıya 250 lira verirken aydınlandım.
Ayak sağlığı çok önemli.
Ayakları şımartmak lazım.
Sonuçta beni ayaklarım taşıyor onlara önem vermeliyim.
Ucuz ayakkabıyı bir yıl giyersin, pahalı ayakkabıyı 4-5 yıl giyersin ordan zaten kendini amorti eder.
Olum çok şık ayakkabılar lan bunlar, X Kundura’da hayatta bulamazsın böyle şeyleri.
….
Ve benzeri cümleler kafamın içinde gezerken aldım ayakkabıyı. Ve tüm bu cümlelerin bir gerçeğe mi işaret ettiğine, yoksa dövülesi klişeler mi olduklarına bir türlü karar veremedim. Yardımınıza ihtiyaç duyuyorum. Acınası haldeyim, o kadar zavallıyım ki yaşanmışlık sözcüğünü cümle içinde bile kullanabilirim. Öyle sefilim yani. Kurtarın beni bu işkenceden.
*Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe**
**Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe***
***Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe****
**** ........ zçar
7/18/2011
Orta Sınıfın Halleri (İyi Orta Gol Getirir mi?)
“İşte orta sınıf; konformizm afyonu yutmuş alıklar sürüsü...”
Jean Baudrillard
Sevgili hafız,
Görüşmeyeli çok oldu, bu arada epey yol kat ettiğimi belirtmek isterim. Şahsım için mekânsal olarak gerçekleştirdiğim mobilizasyon ile yol kat ettiğim kesin olmak ile beraber kafamı meşgul eden bir durum da toplum içindeki konumum olarak da bir mobilizasyon içerisinde olmam. Sol değerlerin yaşadığı hızlı irtifa kaybından sonra sınıf temelli analizler yapmak artık pek rağbet görmese de en azından toplumu (temel parametreleri ekonomik gelir, tüketim alışkanlıkları, eğitim düzeyi vs. olarak alıp)alt-orta-üst sınıflara ayırmak pratik bir sınıflandırma için kolaylık sağlayacaktır eminim. Beyaz yakalı çalışanları orta sınıfa dâhil edersek, bir köylü çocuğu olarak doğduğuma ve bugün de bir beyaz yakalı çalışan olduğuma göre burada da bir mobilizasyon söz konusu demek ki. Kendime dönüp “birader otur oturduğun yerde, kurt mu var bir tarafında, ne işin var ortada? “ diye de sormak istiyorum.
Şimdi kendimi orta sınıfın bir mensubu olarak ele alırsam, Baudrillard’ı yâd edip kendi ayağıma da sıkmış oluyorum.İyi orta her zaman gol getirmiyor, hatta daha kötüsü efsanevi defans oyuncusu Takoz Recep’in Malmö maçında yaptığı gibi bazen iyi orta gelince insan kendi kalesine de voleyi çakabiliyor.
Hafız bir düşün, şu anda ülke ekonomisindeki en büyük sıkıntı ne (işsizlik ve gelir dağılımı eşitsizliği değil, haşaaa!! ); tabii ki cari açık. Ekonomi hızla büyüyor (üreterek değil tüketerek büyüme), yüzde 11 ile ilk çeyrekte dünya rekoru kırmış, önünü tutabilene aşk olsun. Kişi başına düşen gelir de artıyor, her ne kadar inşaatta çalışan Kürt işçi ile Karadenizli müteahhit aynı oranda bundan yararlanmasa da, hatta inşaat işçisinin böyle bir şeyden haberi dahi olmasa da. Orta sınıf da gittikçe şişiyor, adamın kursağına bir topak ekmek girince hemen ayranı kabarıyor hemen artıyor talebi, adamın cebine para girince basıyor parayı alıyor ithal DSLR fotoğraf makinesini, ortalıkta bu kadar çok fotoğraf tutkunu sanat sevicinin dolaşması Kızılay yardımından değil anlayacağın. Böyle olunca da dış ticaret açığı cari açığı körüklüyor. Aç orta sınıfın gözü de doymuyor karnı da belki üst orta sınıf vejetaryen takılıyor ama orta sınıfın geri kalanı et talebini de artırıyor, bir bakmışsın etin fiyatı da fırlamış. Başına gelen tüm kötülükler orta sınıf yüzünden anlayacağın sevgili hafız.
Neyse orta sınıf yemesin tüketmesin demiyorum hafız, tabii ki herkes ekmeğine baksın ama benim bu orta sınıfla alıp veremediğim husus bu değil, başka şey, yoksa benim de orta sınıftan arkadaşlarım var çok mert insanlar. Ekonomik büyümeden bahsettim ama ekonomik büyüme dedikleri kalkınma ile aynı anlama gelmiyor maalesef. Gayrisafi yurtiçi hasıla arttı diye memleket hemen kalkınmıyor. Kalkınmanın gerçekleşmesi için ekonomik göstergelerle beraber sosyal göstergelerde de bir iyileşme gerekiyor. Örneğin orta sınıfın yaşadığı gelir artışı, tüketim alışkanlıklarının şekillenmesi ile caz müziğe olan ilginin artmasına neden olabiliyor, fakat caz müziğe olan ilginin artması tek başına kalkınmışlık göstergesi olmuyor. Ancak farklı olana tahammül etmenin söz konusu olabilmesi ile sanat sevicilik kalkınmışlık göstergesi olabiliyor.(Afrikalı kölelerin isyanının sesi olan caz beyaz Türklerin mezesi oluyor, ahh muasır medeniyeti yüz yıldır yakalamak için yırtınan zavallı çağdaş yaşamçılar ahhhh!!!)
Orta sınıf denen alıklar sürüsünün bir kolu, geçtiğimiz günlerde vatana feda edilen gencecik insanların yasını tutmak için gittikleri caz festivali etkinliğindeydi. Potansiyel Serdar Ortaç, Ebru Gündeş hayran kitlesinin caz sevgisi farklı oluyor tabii, linç kültürünün evlatları çakal sürüsü gibi Aynur’a saldırmayı ihmal etmemiş. Aynı çakal sürüsü Diyarbakır’daki çatışmada oğlunu kaybeden bazı asker annelerinin Kürtçe ağıtlarına da aynı tepkiyi mi vereceklerdi asker cenazelerinde olsalardı?
Ey ortaokullu ergen psikolojisinden kurtulamamış orta sınıf, bak Kalkınma Bakanlığı bile kuruldu sırf sen kalkınabilesin diye, niye kalkınmıyorsun lan bir türlü? Koskoca harf inkılabı, şapka inkılabı bir gecede oldu; sen neden bir gece de kalkınmıyorsun?
6/26/2011
Yurtdışı
6/03/2011
sağlı sollu
5/29/2011
4/30/2011
Değer mi?
4/18/2011
Bağır daha çok bağır!!!
“Davulcunun, zurnacının, çalgı çenginin ne hakkı olabilir ki? En nihayetinde insanları öyle ya da böyle eğlemeyi meslek edinmişlerden bahsediyoruz. Nedir ki yani, 2-3 saat çalıyorlar alt tarafı ne hakkı ne hukuku?” diyenler, topunuzu eşekler öpsün inşallah.
İster okullu ister alaylı olsun, müzisyen toplumun büyük kesiminin hakir gördüğü bir alanda olmasına rağmen gecesini gündüzünü bu işe ayırmış olan bir zattır. Yani bir anlamda topluma rağmen toplumun duygu dünyasına besin olan bir üretimin öznesidir müzisyen. Müzisyen yıllarca hakir görülerek, küçümsenerek, ciddiye alınmayarak, çalışır. Bunun altındaki motivasyon çoğunlukla aşktır. Seslerin büyüsüne aşık olur, onun gücünü tanır ve önünde eğilir müzisyen. Fizikçinin atoma aşık olması gibi bir şey bu. Zaten kurcaladığı şeyin doğasına, yapısına, gücüne, zayıflıklarına kısacası bütününe aşık olmamış olan birisi kurcaladığı ne olursa olsun fazla ileri gidemez. Potansiyelini gerçeğe dönüştüremez. Bunu başardığını zannedenlerin çoğu da başaramamıştır zaten. Aradığını bulamamaktır işin özü. Bulamadığını kabullenmek ama yine de aramaktan geri duramamaktır. İşte bu hislerle çalışır durur müzisyen. Verilen emek hiçbir şey ile kıyaslanamaz (zaten hiçbir emek bir diğeriyle kıyaslanamaz. Bu noktaya ailemizin iktisat uzmanı sevgili aleksi itiraz edebilir, ama tartışmaya açık bile olduğunu düşünmüyorum bunun. onu söliyim aleksi. İstersen okuru etkileyebilirsin ama beni asla, aklından bile geçirme). O yüzden emek sadece 2-3 saatle sınırlı değildir. Yılların emeğidir ve çok değerlidir.
Nedir bu emeğin hak ettiği. Ben henüz başlamış saydığım sahne maceramın şimdiye kadarki kısmından anladım ki, tek bir sözcükle bütün bu haklar tanımlanabilir. Mutluluk. Müzisyenin en temel hakkı sahneden mutlu inebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İyi bir ses sistemi, sağlıklı bir akustik tasarım, enstrümanları tanıyan, yaptığı işi bilen ve hakkını veren bir ses teknisyeni ve mühendisi, kaliteli, ihtiyaçlara yönelik olarak çeşitli ve yeterli sayıda mikrofonlar. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Yani kısacası geriye sadece insan faktörünü bırakan bir takım teknik gereklilikler. İşte bu saydıklarım müzisyenin en temel hakları. Ancak bunlar sağlandığında gerisi müzisyene kalır. Aksi bir aşçıdan tencere, tava olmadan yemek yapmasını beklemek gibidir. Biyologun mikroskobunu alıp 'Haydi araştırmaya devam!' demek gibidir. Yukarıda saydıklarım sağlanmadıysa müziğe gelene kadar çok şey araya girer. Müzisyen ile amacı arasındaki mesafe inanılmaz bir hızla artar.
Bir çok işletmeci bunu kavrayamaz. Keşke böyle olmasaydı, ama maalesef bir çoğu paradan başka bir şeyi düşünmez, düşünemez. Sonuç müzisyenin önünde yeni bir engel daha çıkmasıdır. Zaten toplumsal algının acımasızlığına rağmen yaptığı bu değerli işi, bu sefer de para hırsının kesintici zihniyetine kurban eder. Ama işletmeci burada da durmaz. Ses sisteminin zavallılığına aldırmaksızın mekanını insan doldurmakla yükümlüdür o. Bazı mekanlar öyle kalabalık olurlar ki, müzisyen insan uğultusundan kendi sesini duyamaz. Sahneye insan taşar, mikrofonlar devrilir, ama mekanın o viran olasıca kapısı bir türlü kapanmaz. Ve o gece süper çalmış olur müzisyen, işletmeci öyle der. Ama bir de gece boş geçerse yandın müzisyen hafız, adamdan saymazlar seni. Çok kötü bir performanstır o. Paranı vermezler kimi zaman, mekanı dolduramadın derler sanki bu müzisyenin sorumluluğuymuş gibi.
-Mikrofon mu alınacak, git oğlum şu 50 liralıklardan 3 tane al gel, kablo da yaptır ama çok uzun olmasın ha pahalıya gelir.
-Mikrofon ayağına gerek yok, kırıkları bantlayın ama bunu da en dandik kahverengi koli bandıyla yapın ki iğrenç görünsün.Estetik kaygılara gerek yok.
-Bu mikser yeter kardeşim, alt tarafı bir avuç insanı eğlendireceksiniz, yeni miksere gerek yok.
-Monitör çok mu tiz.hmmm… Ama onların hepsi birbirine bağlı tonlayamayız ki, idare edeceksiniz.
-Ya herkes kredi kartıyla ödedi o yüzden kasada para yok, haftaya vereyim paranızı.
-Mekan bomboş arkadaşım. Müşteri yok, e kusura bakma ama sana da para mara yok.
Bu işletmecinin sesidir okur kişi. Bütün bunların üstüne bir de ne der biliyor musunuz? "Ha şu grup mu? Bizim çocuklar ya. Çok ekmeğimi yediler. Benim sayemde bu günlere geldiler." Bak sen şu işe.
Doğrudan bu cümleleri kurmaz muhtemelen işletmeci (kuran varsa da içlerinde en dürüst olanı odur herhalde). Hatta bu işletmeciler arasında haktan hukuktan dem vuran, sosyal ve çevresel duyarlılıkları olanlar da vardır. Bir kardeşinin, bir dava arkadaşının, cumartesi annelerinin, eşcinsellerin, ne bileyim ezilenin, hor görülenin hakkını canhıraş savunanlar da vardır. Doğanın katledilmesine içi acıyanlar ve sözünü sakınmayanlar da vardır. Fark etmez. Misal Sırrı hocaya oy atacak benim tanıdıklarımın çoğu. Atsınlar, anlamadan atacaklar. Belki bir kısmı eşiniz dostunuzdur müzisyen okur. Hiç fark etmez. Bir fabrikanın daha fazla kar edebilmek adına arıtma sistemi kullanmaması ve çevreyi katledip insan sağlığını tehlikeye atması ile bir mekan sahibinin/işletmecisinin giderleri azaltıp karını yükseltmek adına teknik giderleri kısması ve kapasite üstü seyirci alması arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Sonuçta bir ömürlük çalışma, emek ve aşk, her gece yüzlerce farklı yerde bir gecelik kazanca karşı mütemadiyen kurban edilir.
Çalanı da dinleyeni de tepeden tırnağa kavrayabilen bir mefhumdur müzik. Gücü öyle büyüktür. Dokunuşları öyle derinlere uzanır. Biz müzisyenler ise bu meczup etiketi yemiş halimizle bu şahaneyi ezdirmeye, bu potansiyel gücü gerçekleşme ihtimalinden uzaklaştıranlarla çalışmaya devam edecek miyiz? İkinci soru da bu. Bir yol bulmak gerek. Bir şekilde anlamalarını, anlamıyorlarsa da mecbur kalmalarını sağlamak gerek. Hiçbir yol bulunamıyorsa, oturup evde çalmak gerek. Misal performanssız bir İstanbul, bu oyuna kendini kaptırmışlar için büyük bir tehdit olmalı. Bir düşünün derim ben. Nasıl olsa meczup değil miyiz? Ne yapsak yeridir sanki.
p.s. Can Yücel’in bir aralar sosyalizm için sarf ettiği (iddia edilen) bir lakırdı var: Sosyalizm tüzük değil büzük ister. Bu lafı hatırlamakta ve her alana uyarlamakta fayda var lakin yazımı bitirirken şunu haykırmak istiyorum: Nerde bizde o büzük? Geçiniz lütfen.
2/18/2011
Vapurlar Falan
Bu ikisinden de daha tuhaf olan şey ise insanoğlu sevgili okur. Uçamıyor, yüzemiyor ama tuhaf işte.
Şimdi mesela bir ajanda var, metis yayınlarından çıkan. Nefret suçları ile ilgili. (Geçen sene de inanç özgürlüğü ile ilgili bir ajandaları vardı İllallah diye. O da çok güzeldi.) Neyse işte, ben tee frenk memleketlerinden merak edip arkadaşlarıma aldırttım ajandayı, elime ulaşır ulaşmaz açtım, okudum. Kitaplığımın başköşesine koydum falan. Ama öte yandan Türkiye sınırları içinde kitap evleri bunu satmayı yasaklamışlar baskılardan ötürü. Hatta kitapçı basıp "bu ajandayı satmayacaksınız" diyen insanlar olmuş. Yani şimdi bana gelip deseniz "ironiye süper bir örnek ver" diye, bu kadar güzel bir örnek veremem. Nefret suçlarına karşı yayınlanan ajanda nefret suçuna kurban gitmekte. Ajandayı alıp okusalar belki adam olacaklar ama onlar kendileri okumadıkları gibi bir de başkalarının okumasına da engel olmak istiyorlar.
Yani ben zaten nefret suçlarının kötü olduğunu bildiğim halde arkadaşlarıma da binbir zahmet vererek ajandaya ulaşmaya çalışıyorum, açayım okuyayım feyz alayım diye. Bu arkadaşlara bir kitapçı uzaklığında bu ajanda. Ama yok arkadaş, adam kendisi için almadığı gibi başkasının da almasını engellemek istiyor.
İşte bunu yapan da insanoğlu, uçmak ve yüzmek için yaratılmadığı halde uçak ve gemi yapıp uçan ve yüzen de insanoğlu. Dedim ya, insanoğlu en tuhaf.
2/14/2011
Kafirim ben
2/04/2011
Değişmek Sevişmektir
1/30/2011
bir hitap şekli olarak hafız ya da tayt can mıdır?
Ben altına topuklu alayım diye atıldım. Hafız çizme tercih etti. Hafız, çizme kokutmasın, sonra midene dokunuyor diye uyaracak oldum, "karışma sen" diye payladı beni.
O sırada garson siparişleri getirmiş başımızda dikiliyordu. "Döner kimindi abi?" diye sordu.
"Dönerse senindir, yengense benim" dedim.
1/26/2011
liberaller kibareller polemikler blumikler
1/25/2011
Hey, Sakin Ol Şampiyon
Bana esmeyi anlat, Yutun. Bana sevmeyi anlat.
Öpüyorum seni bebişim. Mucks.