12/23/2011

sarko'ya kapak

O değil de sanırım egemen bağış, kral tayyor'un on maddelik yaptırım listesini kastederek, sarko'ya kapak olsun demiş. Bu ne şimdi? Yakında birbirlerine ses efektli hareket çekmeler de başlar. Bana öyle geliyor ki bu üç isimden hangisini alsak diğerlerine çotaa çota vurabiliriz. Mesela al egemeni, sarkoylan kral tayyora vur. Ama sert vur. Ses gelsin.
İşçi partisi de Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır diyor. Hanzo filmini hatırlıyor musun okurcan? Hanzo her şeye armut, hülya ya da meme diyordu. İşte bu da o hesap. Bağlantıyı sen kur. Zaten her şeyi bilgisayardan, internetten bekliyorsun. 3 gün elektrik gitse, arkadaşlarına anlatacak masalın, fıkran yok valla. Bu yazıyı okuduktan sonra hemen kendine fıkralar üretmeye başla bence. Komik olsunlar. Bi de korkunç hikayeler uydurabilirsin.
Futurist bir pembe dizisin sen işçi partisi. Gök tanrı seninle olsun.

12/16/2011

eski sözlük

O değil de sorumluluk, empati , karar vermek, güzellik, alışkanlık, gelecek.... bana bunlarla gelmeyin arkadaş. Gerçek olan tek bir şey varsa o da faremizin artık pembe sıçtığıdır.

10/21/2011

Her sakallı deden, her histeri vicdanın değil

O değil de eskiden evlerde sadece misafir geldiğinde açılan odalar vardı. Bu odalardaki eşyaların üstü örtülü dururdu. Koltukların yüzü unutulur, yeniden görünce şaşırılırdı.

Terör lanetçileri, vicdanınız, duyarlılığınız, yaşam aşkınız, tıpkı bu odalar gibi, ruhunuzun karanlık köşelerinde yeni misafirler bekliyor. Sadece medya "şehit" haberleri pompaladığında oraya girip oturacak bir koltuk aramaya başlıyorsunuz. Ruhunuzun bu misafir odalarında sakladığınız vicdanlarınızı o kadar uzun süredir görmüyorsunuz ki, artık o odadan vicdan yerine intikam, kin, ve öldürme arzusu çıkardığınızın farkında değilsiniz. Vicdanlarınızın üzeri o kadar uzun süre örtülü kaldı ki artık onun hangi örtünün altında olduğunu unuttunuz.

Ulus devlet histerisi ve bu ekonomik olmayan ekonomik sistem dünya üzerinde milyonlarca insanın dilini, evini, huzurunu ve yaşama hakkını elinden aldı. Bir düşünün isterim hırsızın hiç mi suçu yok?

Terör lanetçiliği ve intikam arzusu beyinsizliğin bir göstergesidir. Sırrı Süreyya'nın Einstein'dan aktardığı gibi, “Ahmaklığın en büyük kanıtı aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuçlar beklemektir.”

Nasıl? Pardon... Gencecik insanların ölmesine çok mu üzülüyorsunuz? Yürüyün gidin lütfen. Önce ruhunuzun karanlık odalarına girip doğru örtüyü kaldırın hele. O zaman bu ölümleri nasıl engelleyeceğimizi konuşabiliriz. Şu halde üç vakte kadar gelecek yeni ölüm haberlerinin zeminini hazırlamaktan başka hiçbir şey değil yaptığınız. Kan ve intikam isterken göz yaşlarınızın hiç kıymeti yok.

Unutmayın şehit diye bir şey yoktur, Kandil aslında kapı komşunuzdur ve vicdanınızı bulduysanız eğer 29 Ekim’in diğer 364 günden hiçbir farkı yoktur.

10/19/2011

Bu mudur?

O değil de insanlık yozluğun geri dönülemez noktasından geçti mi ki? Bu soruyla, bu hisle yaşamak çok zor.

beni hoyrat bir makasla
eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar
omzumda bir kesik el
ki durmadan kanar

ah kavaklar, kavaklar
acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar

10/07/2011

Klişe ve Gerçek, Bir Sınır Sorunsalı ya da Pahalı Ayakkabılar*

O değil de klişeyle gerçek arasında çok ince bir çizgi varmış. Bugün bunu öğrendim. O çizginin civarındaydım ama ne tarafta olduğumu bir türlü kestiremiyordum. Bir çift ayakkabıya 250 lira verirken aydınlandım.

Ayak sağlığı çok önemli.

Ayakları şımartmak lazım.

Sonuçta beni ayaklarım taşıyor onlara önem vermeliyim.

Ucuz ayakkabıyı bir yıl giyersin, pahalı ayakkabıyı 4-5 yıl giyersin ordan zaten kendini amorti eder.

Olum çok şık ayakkabılar lan bunlar, X Kundura’da hayatta bulamazsın böyle şeyleri.

….

Ve benzeri cümleler kafamın içinde gezerken aldım ayakkabıyı. Ve tüm bu cümlelerin bir gerçeğe mi işaret ettiğine, yoksa dövülesi klişeler mi olduklarına bir türlü karar veremedim. Yardımınıza ihtiyaç duyuyorum. Acınası haldeyim, o kadar zavallıyım ki yaşanmışlık sözcüğünü cümle içinde bile kullanabilirim. Öyle sefilim yani. Kurtarın beni bu işkenceden.

*Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe**

**Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe***

***Bkz. bir akademik başlık atma yöntemi olarak klişe****

**** ........ zçar

7/18/2011

Orta Sınıfın Halleri (İyi Orta Gol Getirir mi?)


“İşte orta sınıf; konformizm afyonu yutmuş alıklar sürüsü...”
Jean Baudrillard


Sevgili hafız,

Görüşmeyeli çok oldu, bu arada epey yol kat ettiğimi belirtmek isterim. Şahsım için mekânsal olarak gerçekleştirdiğim mobilizasyon ile yol kat ettiğim kesin olmak ile beraber kafamı meşgul eden bir durum da toplum içindeki konumum olarak da bir mobilizasyon içerisinde olmam. Sol değerlerin yaşadığı hızlı irtifa kaybından sonra sınıf temelli analizler yapmak artık pek rağbet görmese de en azından toplumu (temel parametreleri ekonomik gelir, tüketim alışkanlıkları, eğitim düzeyi vs. olarak alıp)alt-orta-üst sınıflara ayırmak pratik bir sınıflandırma için kolaylık sağlayacaktır eminim. Beyaz yakalı çalışanları orta sınıfa dâhil edersek, bir köylü çocuğu olarak doğduğuma ve bugün de bir beyaz yakalı çalışan olduğuma göre burada da bir mobilizasyon söz konusu demek ki. Kendime dönüp “birader otur oturduğun yerde, kurt mu var bir tarafında, ne işin var ortada? “ diye de sormak istiyorum.

Şimdi kendimi orta sınıfın bir mensubu olarak ele alırsam, Baudrillard’ı yâd edip kendi ayağıma da sıkmış oluyorum.İyi orta her zaman gol getirmiyor, hatta daha kötüsü efsanevi defans oyuncusu Takoz Recep’in Malmö maçında yaptığı gibi bazen iyi orta gelince insan kendi kalesine de voleyi çakabiliyor.

Hafız bir düşün, şu anda ülke ekonomisindeki en büyük sıkıntı ne (işsizlik ve gelir dağılımı eşitsizliği değil, haşaaa!! ); tabii ki cari açık. Ekonomi hızla büyüyor (üreterek değil tüketerek büyüme), yüzde 11 ile ilk çeyrekte dünya rekoru kırmış, önünü tutabilene aşk olsun. Kişi başına düşen gelir de artıyor, her ne kadar inşaatta çalışan Kürt işçi ile Karadenizli müteahhit aynı oranda bundan yararlanmasa da, hatta inşaat işçisinin böyle bir şeyden haberi dahi olmasa da. Orta sınıf da gittikçe şişiyor, adamın kursağına bir topak ekmek girince hemen ayranı kabarıyor hemen artıyor talebi, adamın cebine para girince basıyor parayı alıyor ithal DSLR fotoğraf makinesini, ortalıkta bu kadar çok fotoğraf tutkunu sanat sevicinin dolaşması Kızılay yardımından değil anlayacağın. Böyle olunca da dış ticaret açığı cari açığı körüklüyor. Aç orta sınıfın gözü de doymuyor karnı da belki üst orta sınıf vejetaryen takılıyor ama orta sınıfın geri kalanı et talebini de artırıyor, bir bakmışsın etin fiyatı da fırlamış. Başına gelen tüm kötülükler orta sınıf yüzünden anlayacağın sevgili hafız.

Neyse orta sınıf yemesin tüketmesin demiyorum hafız, tabii ki herkes ekmeğine baksın ama benim bu orta sınıfla alıp veremediğim husus bu değil, başka şey, yoksa benim de orta sınıftan arkadaşlarım var çok mert insanlar. Ekonomik büyümeden bahsettim ama ekonomik büyüme dedikleri kalkınma ile aynı anlama gelmiyor maalesef. Gayrisafi yurtiçi hasıla arttı diye memleket hemen kalkınmıyor. Kalkınmanın gerçekleşmesi için ekonomik göstergelerle beraber sosyal göstergelerde de bir iyileşme gerekiyor. Örneğin orta sınıfın yaşadığı gelir artışı, tüketim alışkanlıklarının şekillenmesi ile caz müziğe olan ilginin artmasına neden olabiliyor, fakat caz müziğe olan ilginin artması tek başına kalkınmışlık göstergesi olmuyor. Ancak farklı olana tahammül etmenin söz konusu olabilmesi ile sanat sevicilik kalkınmışlık göstergesi olabiliyor.(Afrikalı kölelerin isyanının sesi olan caz beyaz Türklerin mezesi oluyor, ahh muasır medeniyeti yüz yıldır yakalamak için yırtınan zavallı çağdaş yaşamçılar ahhhh!!!)

Orta sınıf denen alıklar sürüsünün bir kolu, geçtiğimiz günlerde vatana feda edilen gencecik insanların yasını tutmak için gittikleri caz festivali etkinliğindeydi. Potansiyel Serdar Ortaç, Ebru Gündeş hayran kitlesinin caz sevgisi farklı oluyor tabii, linç kültürünün evlatları çakal sürüsü gibi Aynur’a saldırmayı ihmal etmemiş. Aynı çakal sürüsü Diyarbakır’daki çatışmada oğlunu kaybeden bazı asker annelerinin Kürtçe ağıtlarına da aynı tepkiyi mi vereceklerdi asker cenazelerinde olsalardı?

Ey ortaokullu ergen psikolojisinden kurtulamamış orta sınıf, bak Kalkınma Bakanlığı bile kuruldu sırf sen kalkınabilesin diye, niye kalkınmıyorsun lan bir türlü? Koskoca harf inkılabı, şapka inkılabı bir gecede oldu; sen neden bir gece de kalkınmıyorsun?

6/26/2011

Yurtdışı

- O değil de üç yaşında çocuk geri dönüşümü öğrenmiş. camları, kağıtları falan hep ayırarak atıyor çöpe mesela.
- eee
- Bu minvalde devam et. Yorgunum geyik yapamam.

6/03/2011

sağlı sollu

ya o değil de ne pis bir solmuş türkiye solu ya.
kimse mi birbirini çekemez, herkes mi küfürbaz. biriniz de vakur olun, birinizin de yüzü gülsün, biriniz de ışık saçın ya.
utanıyorum okudukça, yuh.
en çok zikrettiği ile icra ettiği birbirini tutmayandan korkarım ben. önce kendi içini temizle arkadaş. oradaki çabanı bir görelim. zira pislikten maraz doğar. bıktık...

5/29/2011

teklif

- ya o değil de benimle evlenir misin?
- yetmez ama evet.

4/30/2011

Değer mi?

O değil de sevgili blogger hafız, Oscar Wilde ne güzel demiş zamanında. Yani tam olarak 1892’de.

“What is a cynic? A man who knows the price of everything, and the value of nothing”

-Yani, güzel Türkçemize çevirirsek inşallah “O adam(lar) ki her şeyin fiyatını bilip hiçbir şeyin değerini bilmezler, iki yüzlüdür(ler)”.
- Maşallah, pek güzel çevirdiniz hocam.
- Zaten güzel dinimizin, pardon dilimizin gelişmesi için yabancı dilleri mümkün olduğunca az kullanmalıyız. Fakat şüphesiz onları bilmemiz de gerekmektedir inşallah. Özellikle de bir yabancı dil olarak arapçayı bilmemek olmaz.
-Evet hocam, maşallah.

Şüphesiz sevgili hafız blogger, bu cümlede görebilenler için ibretler vardır. (Göremeyenler için de vardır şüphesiz, biz bu ibretleri herkes için yazıyoruz, ama onlar göremedikleri için bu ibretleri alamıyorlar. ) Burada en çok ibret Yutun’un geçen yazısında bahsettiği mekan sahipleri için vardır elbette. Söz konusu cümlede daha derine inersek şunu göreceğiz zaten: “Onlar ki, (bu müziğin) değerini bilmezler (ama) fiyatını iyi bilirler, şüphesiz iki yüzlünün, (şerefsizin, kapitalist sömürücünün) önde gidenidirler”.

Fakat sevgili blogger hafız, biliyorum sen bu blogun sıkı bir takipçisi olarak fiyat ile değer arasındaki farkı elbette biliyorsun ama arada sırada buraya bu blogu okumaya gelen başka insanlar için ben biraz daha açayım. Bu noktada John Ruskin’den bir alıntı yapayım madem.

Value is the life-giving power of anything; cost, the quantity of labor to produce it; price, the quantity of labor which its possessor will take in exchange for it”
 (John Ruskin, Slade Professor of Fine Art at Oxford, 1862)

-Yani diyor ki, “Değer, bir şeyin hayat verebilme gücüdür; maliyet, onu üretmek için gerekli olan işgücü miktarıdır; fiyat ise, onu elinde tutan kişinin, değiş-tokuş için karşılığında istediği işgücü miktarıdır”.
- Afedersiniz hocam, b*k gibi çevirdiniz maşallah.

Burda dikkat edilmesi gereken kavram, sevgili blogger hafız, maliyet. Maliyet denen kavram aslında fiyatı belirleyen en önemli güç. Şöyle ki sevgili blogger, bir insan bir malın fiyatını belirlerken ilk dikkat ettiği nokta, o malın fiyatının maliyetinin üzerinde olmasıdır. Tabi burada şunu anlamayalım lütfen. Bir malın değeri en az o malın maliyeti kadardır gibi bir şey demek istemiyorum. Şüphesiz bir malın değeri o malın maliyetinden az olabilir. Yani bir kaynak israfı yapılmıştır belki de. Ya da çok az maliyetle ürettiğiniz bir ürün inanılmaz değerli olabilir. Fakat tabi ki bu değer denen şey sizin kendi öznel görüşünüz her zaman. Daha nesnel olan şey ise fiyat. İşte Yutun’un asıl sinirlendiği nokta bu.

Konuyu müzik endüstrisi örneğiyle açıklamak gerekirse sevgili blogger, şu şekil bir şey oluyor. Mesela Yutun, benim bildiğim kadarıyla 6 yıla yakındır müzik endüstrisinin içinde. (Hahaha, müzik endüstrisi diyorum Yutun’a gıcıklık olsun diye, ama bence de endüstriyel müzik, sanat, futbol vs. hepsinin canı cehenneme adamım, beni anlıyor musun ha, anlıyor musun? Kahretsin, federaller. Kapatıyorum parantezi hemen.) Bu altı yıl boyunca bu adam oturdu, düm demeden, tek demeden darbuka çalıştı. Yetmedi gitti Lavta çaldı, yetmedi Bas gitar çaldı. Bütün ilkokul hayatı boyunca flüt çalması olayına girmedim bile dikkat edersen. Şimdi bu adam bu çalışmasının karşılığında bir gruplarda çalıp çalıp para kazanıyor. Bu adamın bu müzik üretimi için karşılaştığı maliyet nedir peki? Diyelim ki 5000 saat çalıştı toplamda, saati 50 lira desen, iyi para. Peki Yutun kardeşim bu maliyeti karşılayacak kadar kazanıyor mu? Bence hayır. Taş çatlasa, çıktığı 2 saatlik programdan 100 lira alıyor. Yani saati 50 lira yine. Eee? Bu adamın bundan önce çalıştığı 5000 saatin bedelini kim karşılayacak sevgili blogger hafız? Ben mi? Durumum olsa hakkaten çıkarır verirdim parayı ama durumum yok hafız blogger. İçim kan ağlıyor ama napalım? Harbi soruyorum lan, napalım?

Bir kere sevgili blogger, burada Yutun’un da suçu var bence. Madem senin maliyetin 5000 saat, neden hala saçma sapan paralara gidip program yapıyorsun ki. Ürününün fiyatını neden maliyetinden yukarda tutmuyorsun ki? Yaa. İşte böyle suçu sana atarım Yutun kardeş. Ama dur, sinirlenme hemen. Müziğini satmayacaksın da aç mı gezeceksin sanki. Sen de çaresizsin, biliyorum. Anlıyorum seni. Kısa vadede sadece marjinal maliyetini karşılamak yoluna girmişsin. Neden? Çünkü rekabet var sevgili Yutun. Rakip müzik grupları siz çalmasanız hemen “Abi biz çalarız yarı fiyatına” diye atlıyorlar. Ama onlar da ekmek parası peşindeler. Onlara da kızmamak lazım. Herkes ekmeğinin peşinde.

Bu noktada kim karlı çıkıyor peki? Heee. İşte zurnanın zırt dediği yere geldik. Burada mekan sahipleri karlı çıkıyor. Gibi görünüyor en azından. O adam müzikçalar adamın sırtından para kazanıyor gibi görünüyor. Netekim kazanıyor da. Ama güç bela. Onun da başka başka mekanlarla rekabet etmesi lazım. Onun da akşam eve ekmek götürmesi lazım. O yüzden ne yapıyor, gönderiyor çırağı, 50 liraya üç tane mikrofon aldırtıyor haliyle. Neden? Maliyeti kısması lazım. O adam da ekmeğinin peşinde. Onun için önemli olan müziğin kalitesi değil haliyle. Para kazanmak için çalışıyor o da.

Şimdi Yutun kardeşim (bak kardeşim diyorum, o biçim empati kuruyorum anlamında diyorum bunu) için önemli olan tabi ki para değil sevgili blögır. Onun için önemli olan çaldığı müzikten zevk alıyor olması. Onun ürününe koyduğu fiyat da bu. Yani sevgili blöggır hafız kanka, fiyat sadece para ile olmuyor. Onu söylemeyi unuttum sana yani. Çeşit çeşit fiyat var. Mesela yaşlı adamı karşıdan karşıya geçiyorsun, o da sana dua okuyor, allah sevdiğine kavuştursun diyor. Senin fiyatın bu işte. Adamı beleşe geçirmiyorsun karşıdan karşıya. Ama para verseydi daha iyi olurdu şüphesiz. Sen de böyle bir insansın işte. Defol, yıkıl karşımdan. Fakat sevgili paragöz blogger kanka, Yutun’la kendini karıştırma bak.

- Yutun bir gönül adamı.
            - Maşallah hocam.

Fiyat sevgili blogger, bir arz talep meselesi. Yani mesela senin elinde bir ürün var, onu satmak istiyorsun. Bir değer biçiyorsun o ürüne. Bir başkası geliyor, bakıyor senin ürününe, senin biçtiğin değerden fazla değer biçiyorsa koyduğun fiyattan satın alıyor o ürünü. Ama senin koyduğun fiyattan daha az değer biçiyorsa almıyor artık. Ya da daha da ilginç olan şu: Mesela alıcının biçtiği değer senin biçtiğin fiyattan daha yüksek, ama başka bir adam senin malının çok benzerini daha ucuza satıyor, alıcı da gidip daha ucuz satan adamdan alıyor. Halbuki senin sattığın malı alınca da karlı olacaktı. Ama o daha fazla kar etmek için daha ucuz satan adamdan alıyor malını.

Şimdi şüphesiz sen bunu yapmazsın sevgili blogger. Yani “aman daha çok kar edeyim, o yüzden satın alacak gücüm olsa bile gidip atlet-don takımına 30 lira bile verebilecek kadar para kazanıyorken gidip 3 lira vereyim tahtakalede” diye düşünmüyorsun. Onu biliyorum. Ama böyle düşünen insanlar var. Şüphesiz aramızda değiller onlar. Biz hepimiz süper insanlarız. Ama dünya böyle değil. Bu blogu okumayan başka başka insanlar hep daha çok kar edelim, daha çok kar edelim diye kafayı çizmişler. Heyhat. Hani kızıyoruz ya çok zengin adamlara iki don-atlet takımına 3000 lira verdi diye falan, bence kızmayın. Tahtakaleden 3 liraya alıp kalan 2997 lirayı cebine atsaydı senin için daha mı iyi olacaktı sanki. Soruyorum sana?

Dünyanın kuralı da bu. Ne yazık ki böyle gelmiş. Ama böyle gitmemeli bence. Çünkü neden? Ortada ürettiği ürünleri gerçek değerlerinden değil de ne yazık ki maliyetlerinden satan insanlar yaratıyor bu sistem. Müzisyenler bunlardan sadece bir kısmı, buna benzer bir de sepetçiler var. Marangozlar da aynı sorundan muzdarip. (Mustarip mi yoksa?) Duvarcılar, çiçekçiler, çöpçüler ve akademisyenler için de aynı durum söz konusu. Kimse gerçekten ürettiği değerin karşılığını alamıyor. Mesela sevgili blogger, çöpçü bir hafta gelmese evin-sokağın afedersin b*k gibi kokar. O kokuyu bertaraf etmek için bissürü paralar bayılmaya razı olmak zorunda kalırsın. Ama çöpçü yoldaşım düzenli gelip üç paraya senin çöpünü temizler. O da ekmeğinin peşinde.
Demem o ki sevgili blogger, ne zaman ki çöpçüye gerçekten ürettiği değerin karşılığını vermeye hazır olursun, işte o zaman ürettiğin ürün için kendi biçtiğin değeri istemeye hakkın olur.

Fakat değer dediğimiz kavram da tamamen öznel ve gizli, insanoğlu da tam bir p*çkurusu olduğu için kimse kimseye hakettiği değerin karşılığını vermez. Bu dünyanın düzeni böyle.

Oskar amcanın lafına geri dönecek olursak, bir malı daha pahalıya alacak maddi güce sahip olduğu halde, nerede daha ucuza satıldığını bilip gidip ordan alan ve üçün beşin hesabını yapan adam kadar pis kapitalist yoktur bu dünyada. Haa, ama daha pahalıya alamıyorsan, eyvallah, git ucuzundan al.

-Çok doğru dediniz hocam, maşallah.
-Maşallah, inşallah, kafamı s*ktin sabahtandır, bir yazıyı yazdırtmadın yedi gündür.

23.04.2011 – Toulouse / 30.04.2011 – Paris 

4/18/2011

Bağır daha çok bağır!!!

Ya o değil de Müzisyenin hakkı nedir ve nereden doğar? Bu yazımın temel sorusu bu. Müzisyen her şeyden önce insan olduğuna göre, insan oluşundan kaynaklı hakları saklı ve bakidir. Ama mesleği özelinde hak ettiği çok şey vardır ve bu hakların aslında diğer meslek alanlarındaki haklardan kategorik olarak pek bir farkı yoktur. Her işin sağlıklı yapılabilmesi için belirli şartlar gereklidir ve bu şartların sağlanmasını talep etmek o işi yapanın en temel hakkıdır.

“Davulcunun, zurnacının, çalgı çenginin ne hakkı olabilir ki? En nihayetinde insanları öyle ya da böyle eğlemeyi meslek edinmişlerden bahsediyoruz. Nedir ki yani, 2-3 saat çalıyorlar alt tarafı ne hakkı ne hukuku?” diyenler, topunuzu eşekler öpsün inşallah.

İster okullu ister alaylı olsun, müzisyen toplumun büyük kesiminin hakir gördüğü bir alanda olmasına rağmen gecesini gündüzünü bu işe ayırmış olan bir zattır. Yani bir anlamda topluma rağmen toplumun duygu dünyasına besin olan bir üretimin öznesidir müzisyen. Müzisyen yıllarca hakir görülerek, küçümsenerek, ciddiye alınmayarak, çalışır. Bunun altındaki motivasyon çoğunlukla aşktır. Seslerin büyüsüne aşık olur, onun gücünü tanır ve önünde eğilir müzisyen. Fizikçinin atoma aşık olması gibi bir şey bu. Zaten kurcaladığı şeyin doğasına, yapısına, gücüne, zayıflıklarına kısacası bütününe aşık olmamış olan birisi kurcaladığı ne olursa olsun fazla ileri gidemez. Potansiyelini gerçeğe dönüştüremez. Bunu başardığını zannedenlerin çoğu da başaramamıştır zaten. Aradığını bulamamaktır işin özü. Bulamadığını kabullenmek ama yine de aramaktan geri duramamaktır. İşte bu hislerle çalışır durur müzisyen. Verilen emek hiçbir şey ile kıyaslanamaz (zaten hiçbir emek bir diğeriyle kıyaslanamaz. Bu noktaya ailemizin iktisat uzmanı sevgili aleksi itiraz edebilir, ama tartışmaya açık bile olduğunu düşünmüyorum bunun. onu söliyim aleksi. İstersen okuru etkileyebilirsin ama beni asla, aklından bile geçirme). O yüzden emek sadece 2-3 saatle sınırlı değildir. Yılların emeğidir ve çok değerlidir.

Nedir bu emeğin hak ettiği. Ben henüz başlamış saydığım sahne maceramın şimdiye kadarki kısmından anladım ki, tek bir sözcükle bütün bu haklar tanımlanabilir. Mutluluk. Müzisyenin en temel hakkı sahneden mutlu inebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İyi bir ses sistemi, sağlıklı bir akustik tasarım, enstrümanları tanıyan, yaptığı işi bilen ve hakkını veren bir ses teknisyeni ve mühendisi, kaliteli, ihtiyaçlara yönelik olarak çeşitli ve yeterli sayıda mikrofonlar. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Yani kısacası geriye sadece insan faktörünü bırakan bir takım teknik gereklilikler. İşte bu saydıklarım müzisyenin en temel hakları. Ancak bunlar sağlandığında gerisi müzisyene kalır. Aksi bir aşçıdan tencere, tava olmadan yemek yapmasını beklemek gibidir. Biyologun mikroskobunu alıp 'Haydi araştırmaya devam!' demek gibidir. Yukarıda saydıklarım sağlanmadıysa müziğe gelene kadar çok şey araya girer. Müzisyen ile amacı arasındaki mesafe inanılmaz bir hızla artar.

Bir çok işletmeci bunu kavrayamaz. Keşke böyle olmasaydı, ama maalesef bir çoğu paradan başka bir şeyi düşünmez, düşünemez. Sonuç müzisyenin önünde yeni bir engel daha çıkmasıdır. Zaten toplumsal algının acımasızlığına rağmen yaptığı bu değerli işi, bu sefer de para hırsının kesintici zihniyetine kurban eder. Ama işletmeci burada da durmaz. Ses sisteminin zavallılığına aldırmaksızın mekanını insan doldurmakla yükümlüdür o. Bazı mekanlar öyle kalabalık olurlar ki, müzisyen insan uğultusundan kendi sesini duyamaz. Sahneye insan taşar, mikrofonlar devrilir, ama mekanın o viran olasıca kapısı bir türlü kapanmaz. Ve o gece süper çalmış olur müzisyen, işletmeci öyle der. Ama bir de gece boş geçerse yandın müzisyen hafız, adamdan saymazlar seni. Çok kötü bir performanstır o. Paranı vermezler kimi zaman, mekanı dolduramadın derler sanki bu müzisyenin sorumluluğuymuş gibi.

-Mikrofon mu alınacak, git oğlum şu 50 liralıklardan 3 tane al gel, kablo da yaptır ama çok uzun olmasın ha pahalıya gelir.

-Mikrofon ayağına gerek yok, kırıkları bantlayın ama bunu da en dandik kahverengi koli bandıyla yapın ki iğrenç görünsün.Estetik kaygılara gerek yok.

-Bu mikser yeter kardeşim, alt tarafı bir avuç insanı eğlendireceksiniz, yeni miksere gerek yok.

-Monitör çok mu tiz.hmmm… Ama onların hepsi birbirine bağlı tonlayamayız ki, idare edeceksiniz.

-Ya herkes kredi kartıyla ödedi o yüzden kasada para yok, haftaya vereyim paranızı.

-Mekan bomboş arkadaşım. Müşteri yok, e kusura bakma ama sana da para mara yok.

Bu işletmecinin sesidir okur kişi. Bütün bunların üstüne bir de ne der biliyor musunuz? "Ha şu grup mu? Bizim çocuklar ya. Çok ekmeğimi yediler. Benim sayemde bu günlere geldiler." Bak sen şu işe.

Doğrudan bu cümleleri kurmaz muhtemelen işletmeci (kuran varsa da içlerinde en dürüst olanı odur herhalde). Hatta bu işletmeciler arasında haktan hukuktan dem vuran, sosyal ve çevresel duyarlılıkları olanlar da vardır. Bir kardeşinin, bir dava arkadaşının, cumartesi annelerinin, eşcinsellerin, ne bileyim ezilenin, hor görülenin hakkını canhıraş savunanlar da vardır. Doğanın katledilmesine içi acıyanlar ve sözünü sakınmayanlar da vardır. Fark etmez. Misal Sırrı hocaya oy atacak benim tanıdıklarımın çoğu. Atsınlar, anlamadan atacaklar. Belki bir kısmı eşiniz dostunuzdur müzisyen okur. Hiç fark etmez. Bir fabrikanın daha fazla kar edebilmek adına arıtma sistemi kullanmaması ve çevreyi katledip insan sağlığını tehlikeye atması ile bir mekan sahibinin/işletmecisinin giderleri azaltıp karını yükseltmek adına teknik giderleri kısması ve kapasite üstü seyirci alması arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Sonuçta bir ömürlük çalışma, emek ve aşk, her gece yüzlerce farklı yerde bir gecelik kazanca karşı mütemadiyen kurban edilir.

Çalanı da dinleyeni de tepeden tırnağa kavrayabilen bir mefhumdur müzik. Gücü öyle büyüktür. Dokunuşları öyle derinlere uzanır. Biz müzisyenler ise bu meczup etiketi yemiş halimizle bu şahaneyi ezdirmeye, bu potansiyel gücü gerçekleşme ihtimalinden uzaklaştıranlarla çalışmaya devam edecek miyiz? İkinci soru da bu. Bir yol bulmak gerek. Bir şekilde anlamalarını, anlamıyorlarsa da mecbur kalmalarını sağlamak gerek. Hiçbir yol bulunamıyorsa, oturup evde çalmak gerek. Misal performanssız bir İstanbul, bu oyuna kendini kaptırmışlar için büyük bir tehdit olmalı. Bir düşünün derim ben. Nasıl olsa meczup değil miyiz? Ne yapsak yeridir sanki.

p.s. Can Yücel’in bir aralar sosyalizm için sarf ettiği (iddia edilen) bir lakırdı var: Sosyalizm tüzük değil büzük ister. Bu lafı hatırlamakta ve her alana uyarlamakta fayda var lakin yazımı bitirirken şunu haykırmak istiyorum: Nerde bizde o büzük? Geçiniz lütfen.

2/18/2011

Vapurlar Falan

O değil de, hayat ne tuhaf lan. Şimdi "hayat ne tuhaf, vapurlar falan" diye devam ettirmemi bekliyorsun sevgili okur, biliyorum. Yani evet, vapurlar da tuhaf. Kocaman metal yığını suyun üstünde duruyor falan. Ben duramıyorum mesela. Yüzmek için yaratılmamışım. Vapurlardan da daha tuhaf bir şey ise uçaklar sevgili okur. O da kocaman metal yığını ve havada duruyor. Ben duramıyorum mesela. Uçmak için yaratılmamışım.

Bu ikisinden de daha tuhaf olan şey ise insanoğlu sevgili okur. Uçamıyor, yüzemiyor ama tuhaf işte.
Şimdi mesela bir ajanda var, metis yayınlarından çıkan. Nefret suçları ile ilgili. (Geçen sene de inanç özgürlüğü ile ilgili bir ajandaları vardı İllallah diye. O da çok güzeldi.) Neyse işte, ben tee frenk memleketlerinden merak edip arkadaşlarıma aldırttım ajandayı, elime ulaşır ulaşmaz açtım, okudum. Kitaplığımın başköşesine koydum falan. Ama öte yandan Türkiye sınırları içinde kitap evleri bunu satmayı yasaklamışlar baskılardan ötürü. Hatta kitapçı basıp "bu ajandayı satmayacaksınız" diyen insanlar olmuş. Yani şimdi bana gelip deseniz "ironiye süper bir örnek ver" diye, bu kadar güzel bir örnek veremem. Nefret suçlarına karşı yayınlanan ajanda nefret suçuna kurban gitmekte. Ajandayı alıp okusalar belki adam olacaklar ama onlar kendileri okumadıkları gibi bir de başkalarının okumasına da engel olmak istiyorlar.

Yani ben zaten nefret suçlarının kötü olduğunu bildiğim halde arkadaşlarıma da binbir zahmet vererek ajandaya ulaşmaya çalışıyorum, açayım okuyayım feyz alayım diye. Bu arkadaşlara bir kitapçı uzaklığında bu ajanda. Ama yok arkadaş, adam kendisi için almadığı gibi başkasının da almasını engellemek istiyor.

İşte bunu yapan da insanoğlu, uçmak ve yüzmek için yaratılmadığı halde uçak ve gemi yapıp uçan ve yüzen de insanoğlu. Dedim ya, insanoğlu en tuhaf.

2/14/2011

Kafirim ben

O degil de az önce olanlar dizlerimi titretti. Ne mi oldu sevgili okur? Kimsenin başına gelmesin türünden can sıkıcı bir şey.
Kapı çaldı. Dürbünden baktım bir adam. Adama benziyordu gerçekten, açtım kapıyı. Elinde bir takım dini kitaplar vardı (keşke yayınevine baksaydım da deşifre edebilseydim). Hiçbir şey söylemeden burnuma doğru uzattı kitapları. 'Nedir bunlar satıyor musunuz?' diye sordum. 'Satmak değil amacımız. Destek olun bize' dedi. Kime destek olacağımı sormadım. İlgilenmediğimi söyledim. Kapıyı kapatır kapatmaz 'Yezid, kafir, senin gibileri nasıl barıdırıyorlar müminler, yanacaksın....' diye yüksek perdeden haykırmaya başladı. Bir kaç şey daha söyledi. Kapıyı açtım tekrar, dini inançlarımın kimseyi ilgilendirmediğini, saygısızlık yapmamasını söyledim. Algılayamadı bir süre. Sonra yine cemaat seni barındırmamalı falan gibilerinden söylenirken, 'Cehennem varsa eğer sanırım orada sen yanacaksın ben değil.' dedim.
Kapıyı kapatırken cehennemi karıştırma diye bağırdığını duydum.
That's all folks

2/04/2011

Değişmek Sevişmektir

O değil de sosyal sorumluluk çalışmalarını ucuz kahramanlık ya da sistem yaması olarak tanımlayan cevval akademisyenler, teori makinaları, devrim arabaları ve marabaları sözüm size. Ben size teori üretmeyin, devrim yapmayın demiyorum. Bunları yine yapın. Çok da güzel olur, çok da iyi olur bence. Ama önce tanımayı öğrenin, yani tanışmaya çalışın.

Son 3-4 yılda bildiklerimin çoğunu unuttum. 'Ulan zaten ne öğrenmiştin ki 27 yılda' diyenler olabilir. Bunu diyenler yaşımı bildiklerine göre beni tanıyan insanlardır. Bunu söylediklerinde 'harbi lan. amma uçuyom ben de aq.' derim. ıghhaha diye ergence kahkaha atarız. Gülüp geçeriz. Kendi aramızdaki muhabbetten ötürü bunlar olur. Hukuğumuz var sonuçta. Siz karışmayın. Akıl yaşta değil baştadır. Size cevabım bu. Laubali olmaya gerek yok. Unuttum bildiklerimi çünkü ezberim bozuldu. Ezberim en klişe tabir ile yaşama dokunmayan, bütünlüğe öykünmeyen ama yaşamı bütünüyle kavradığını iddia eden bilgiler, yorumlar idi. Pişman değilim. İyi ki varlar, iyi ki girdiler hayatıma. Başımın içinde yerleri var. Bilgi candır.

Ama en can bilgi kulaktan, gözden beyne dolan değil, insanın tüm varlığıyla öğrendiğidir. O yüzden deneyim candır. Günlerden bir gün bildiklerimden yola çıkarak bir ukalalık yaptım. Haddimi bilmeden bir işe kalkıştım. Aha burada yazılarını okuduğunuz cengaverler de 'Biz de varız.' dediler. Oturuldu, bilgiler paylaşıldı, yenildi, içildi, haritalara bakıldı, yollar rotalar belirlendi, yenildi, içildi, işe girişildi, yenildi, içildi. Yollar beni bir sosyal hizmet projesi olan Tarlabaşı Toplum Merkezi'ne getirdi. Orada bir sürü çocukla tanıştım. Mübalağa yok arkadaş. Harbiden bir sürü. Beynim döndü 3 yılda. Hayatım her anlamda değişti. Çocuk çok saçma olabildiği gibi acaip de bir şey.

Şimdi şöyle anlatayım. Yazın birinde bizim yazlığa annemgilin öğretmen arkadaşları geldi. İki rehberlik öğretmeni evlenmiş çocukları olmuş, aradan 4-5 yıl geçmiş çocuk büyümüş. O noktada hayatlarımız keşişiyor. Bir akşam üzeri, mangal ardı okey masasında o çocuk şu cümleyi kurdu: "Sütümü içtikten sonra dişlerimi fırçalayıp yatacağım. Değil mi anneciğim?" Tüylerim diken diken oldu. Bu neydi? Nasıl böyle bir çocuk olabilirdi? Ağzını burnunu kırasım geldi ne yalan söyliyim.

Oysa Tarlabaşı'nda sağa sola ağır siklet küfürler savurarak gezen diyaloglar üzeri kardeşimiz Şeref'in karnesinde bütün notları pek iyidir. Küçük jön Ferhat ise aşkı uğruna felsefecilik yapmak isteyecek kadar cesur bir arkadaşımızdır. Tahminim hiç biri baby tv izlememiştir.

Tanıyın bu çocukları. Ya da başka çocukları. Tanıyın ki kendinizi de tanıyabilin. Tanıyın ki haddinizi bilin.


Aslında sadece linki paylaşacaktım, gaza geldim, sinirlerim kalktı. Kusura bakmayın. Çok duygusal ve asabiyim. Hamile miyim lan yoksa?


1/30/2011

bir hitap şekli olarak hafız ya da tayt can mıdır?

"o değil de tayt can mıdır, hafız? " diye sordu. Candır dedim. "Altına ne yaptırayım?" diye sormaya devam etti. Her şey bir kebapçı arka planında olup bitiyordu. Yanıldığımızı anladık. Bu Semiramis'in değil, düpedüz kebapçının rüyasıydı. Kandırıldık.

Ben altına topuklu alayım diye atıldım. Hafız çizme tercih etti. Hafız, çizme kokutmasın, sonra midene dokunuyor diye uyaracak oldum, "karışma sen" diye payladı beni.

O sırada garson siparişleri getirmiş başımızda dikiliyordu. "Döner kimindi abi?" diye sordu.

"Dönerse senindir, yengense benim" dedim.

1/26/2011

liberaller kibareller polemikler blumikler

O değil de tam iki sene olmuş bugün. Hiçbir şey olmadı mı, görmedim mi acaba yazmaya değer. Ancak bakıyorum yazarlar kafa karışıklığından kurtulmuş tartışma platformu kurmuş. En azından ikisi. Yutun epeydir atarlı, malum. Aleksi de bulunduğu yerin ismindeki bir iki harften ötürü büyük aksiyonu kaçırır durumda.

Yutun liberallere kızmış, aleksi de “ne olacağıdı yani onlar liberaller işte, hem öyle yapmasalardı da öteki türlü yapsalardı ne değişecekti” demiş. Tutmuş somut öneri istiyor.

Liberallerin halini Yıldırım Türker özetlemiş:“AKP’nin ‘demokrasi ülküsü’ müsameresini meşrulaştırmak, her pislediği yere bez koşturmak değildi mutlaka ‘liberallerin’ amacı. Onlar işçisinden, emekçisinden, gencinden, sanatçısından tamamıyla umudu kesmiş oldukları memleketin düze çıkışını statüko dışından bir muhafazakâr yiğide destek vermekte gördüler. Orduyu hizaya getirerek militarizmin palet izlerinin silinivereceğine inandılar. AKP’nin derdinin orduyla olduğuna inandılar. Aynı militarist kafanın, aynı kan pıhtısı milliyetçiliğin ürünü olduğunu görmek istemediler.Liberaller, kendi yazdıkları AKP’yi destekleyegeldiler. Sağcı muhafazakâr bir partinin bu memleketi aydınlığa çıkaracak yegane güç olduğuna iman ettiler. Oysa AKP’nin ampulü ortadaydı. Şimdi Erdoğan’ın değiştiğini, ceberut bir dile sarıldığını, ordusuyla işbirliğine girdiğini söylüyorlar. Söylediklerinde doğruluk payı var mı? ”

Bir önceki genel seçimde de mhp ile seçim işbiriliği yapmaya hazırlanan chp’dense akp’ye oy vermeyi tercih etti bu insanların çoğu. Neden? Alternatifleri yoktu çünkü. Bakıyoruz ki bu alternatif yok diye kötünün iyisini seçip, birini seçmemenin de bir seçim olduğunu unutanlara kızmakta, yutun haklı. Alternatif üretmek konusunda önerisi olup olmadığını sormak konusunda da aleksi haklı. Aleksi somut bir alternatif yaratmanın gerekliliğine, sözü geçen insanların düşünme biçimini göz önünde tutarak inanıyor kanımca, ama tümünü reddedecek bir çoğunluk olmak da değişimi başlatmak için yeterli bir güç demektir. Mevcut örgütlenmelerde düşüncelerine uygunluk bulamayan birinin önünde iki yol vardır: yeni bir örgütlenme oluşturmak ya da mevcut örgütlenmeleri fikrini almaya mecbur kılmak ve değişime zorlamak. Bu direniş, boykot demektir. Herkes parti programı yazacak değil ya. Birey olarak vazgeçmememiz gereken aklımız ve vicdanımızdır.

Herkese hakkını dağıttım. Şablon bu değil. Sen hiç gri kağıda basılmış kitap gördün mü?alıntı yapabiliyo muyduk ya la?

1/25/2011

Hey, Sakin Ol Şampiyon

Evet, sana diyorum. Sakin ol adamım. Elindeki silahı yavaşça yere bırak. Sana zarar vermeyeceğiz. Sevgili Yutun, bir durul artık. Bir sakin ol. Sakin.

O değil de, bu yetmez ama evetçilere karşı kitlenin şöyle bir argümanı var: "Referandumda yetmez ama evet" diyenler "hayır" deseydi anayasa değişikliği olmayacaktı. Eğer böyle bir argümana sahipsen (ki bu argüman ne kadar doğru, tartışılır) sana şunu diyeceğim. Şimdi referandum meferandum, demek ki sen demokrasiye inanıyorsun. Yani orada insanlar hayır deseydi şu anda ülke daha iyi olacaktı sana göre. (Neden daha iyi olacaktı onu da anlamış değilim, bence tamamen alakasız, sanki ülkedeki her skim anayasaya uygun yürüyor aminakim, ama neyse). Madem demokrasiye bu kadar gönülden inanıyorsun, o zaman neyden korkuyorsun bebişim. Eğer dediğin gibi yetmez ama evetçiler pişman olup bir dahaki seçimde akepe karşıtı oy kullanacaklarsa, o zaman no problem yani. Gider cehapeye oyumuzu veririz, olur biter. Cehape de ülkeyi ultra laik demokratik atatürkçü olarak yönetir. Sorun değil yani. Yetmez ama evetçilerin pişman olmamasından mı korkuyorsun? Evetçilerin hep çoğunluk olarak kalmasından mı korkuyorsun? O zaman sana kötü bir haberim var sevgili Yutun. Ne yazık ki böyle çoğulcu demokrasilerde her zaman çoğunluğa karşı domalan bir azınlık oluyor. Surprise surprise.

Şimdi sana sorarım sevgili Yutun, sorun ne? Geçen sefer de demiştim, madem bütün bu siyasi olaylar über süper demokratik yürüyor, siyasi olaylar seçimde verdiğimiz iki evet oyuna bakıyor, o zaman bir dahaki seçimde değiştiririz seçimimizi yani. Neden korkuyorsun?

Referandumda hayır çıksaydı yargıtay bekaretle ilgili kararını vermeyecek miydi yani? Anlamıyorum ki...

Yani demem o ki, all in all, nedir derdin sevgili Yutun? Bana söyle hele. Sokul yamacıma yamacıma, usul usul. sakin sakin anlat derdini Yutun.

Bana esmeyi anlat, Yutun. Bana sevmeyi anlat.

Öpüyorum seni bebişim. Mucks.

EVET EVET EVET, kabul ediyorum evet.

O degil de bu ‘yetmez ama evet’çilerin hali ahvaline fena takıldım ben arkadaş. Çok pis düşünüyorum onları. Böyle pis pis düşüne düşüne taktım işte kafayı. Kafayı atsaydım daha mı iyi olurdu acaba? Bilemiyorum. 
Bir hafta kadar oldu Yargıtay’ın bekaret konusundaki ilginç tavrı gazetelere haber olarak düşeli. Yargıtay bekaretin evlenen kadında bulunması gereken bir vasıf olduğuna karar verdi. Dahası söz konusu karara vesile olan davada, kadının bakire olduğunu söyleyen raporlara değil yeni evlendiği karısının bakire olmadığını söyleyen adamın sözüne biat etti bütün yargı. Bu olay façabuk profil sayfalarında da paylaşılmak suretiyle hepimizin aklına şaşkınlık olarak yansıdı.

Bana bu yazıyı yazdıran ise bu paylaşımlardan birinin altına bir arkadaşımın yaptığı “Yargıtay her zaman milliyetçi, ahlakçı ve ataerkil bir kurum olageldi. Niye bu kadar şaşırdığınızı anlayamadım.” şeklindeki yorum. “Yargıtay'ın milliyetçi, ahlakçı, ataerkil olduğuna inanıyorsun da, AKP'nin totaliter, baskıcı, ahlakçı, islamcı, ataerkil olduğuna niye inanmıyorsun? Yoksa göl gerçekten maya tuttu da biz mi kaçırdık?” dedim ben de kendi kendime. Sonra ulan niye kendi kendine söylüyorsun bunları diye sordum kendime. Sonra niye kendi kendine soru soruyorsun ortağım diye kızdım kendi kendime, sonra niye kendi kendine kızıyorsun salak mısın derken aklıma burası geldi. Blogumuz var lan, aslanlar gibi yazarım yazımı, yaşasın sanal medya diye bağırdıktan sonra, bir daha kızdım kendime. Baktım olacak gibi değil, önce bir soğuk duş alıp sakinledim sonra da oturup yazdım gitti.

Şimdi bence bu ve benzeri olayları hala 'zaten böyleydi ne bekliyorduk ki' hissiyle münferit olarak okuyorsak (ki bence doğru bir okuma değil) bu bile, mevcut iktidarın 10. yılına yaklaştığını göz önünde bulundurduğumuzda, siyasal islam gölüne bir kaşık demokrasi söylemi çalmanın kaymaklı yoğurtla sonuçlanmayacağının göstergesidir. Kaldı ki bu şekilde yorumladığımız her olayda mevcut olan başka bir potansiyeli biraz daha gözden kaçırıyoruz, akp'nin bütün bu 'münferit'lerdeki temel prensipleri evrenselleştirebilecek bir potansiyele sahip olduğu unutulmamalıdır. söz konusu yukarıdaki olayda mahkemenin gerekli vasıf olarak tayin ettiği bekaretin bu haliyle bir yasa tasarısı olarak meclise gelme ihtimalinin küçümsenmeyecek kadar yüksek olduğu apaçıktır. akp'de bu kibir, özgüven, ataerkillik, fütursuzluk, kısacası bu potansiyel var.

Türkiye İran olacak demiyorum. Bunun olabileceğine inanmıyorum. Dahası mevcut siyasi-ekonomik projenin bu kadar kof olabileceğine inanmıyorum. Amma velakin, AKP’nin mazlumluğuna ve demokrat vitrinine kanan (ki bu artık bir çok kişi tarafından terk edilmiş fena halde iyimser bir yorumdur) bunca sözüm ona, solcu, ezilenden yana, aydın, kanaat önderi, okumuş etmiş genci yaşlısı insanın ben ve benim gibi düşünenleri çılgınca bir indirgemecilikle şeriat korkusunun titrettiği akılsızlar olarak görmesi ve referandumda verdiğimiz hayır oylarını veya boykot kararlarını, chp’cilikle, 12 Eylülcülükle suçlayarak olası her tartışmayı yokuşa sürmesi, faydalar faydası fikir teatisinin yolunu tıkaması, kısacası çamura yatıp üstüne bir de yuvarlanması beni düşündürüyor. Yetmez ama evetçilerin samimiyeti üzerine istemeden düşünüyorum.

Şimdi bu arkadaşlar ‘yetmez’ diyerek neye işaret ediyorlardı? Birkaç şey olabilir. Mesela tamam demişlerdir, 12 eylül anayasasını istemiyoruz, siz de şimdiye kadar askeri vesayetten çok çekmiş mazlum insanlara benziyorsunuz, varın değiştirin anayasayı ama biz şerh koyuyoruz demek istemiş olabilirler. Nedir bu şerh,şu kuşkudur mesela: “Anayasayı yenileyeceksiniz ama bakalım demokratik olacak mı?” Gözümüz üstünüzde demektir bu.

Gözleri üstlerinde mi peki? Benim gördüğüm kadarıyla bir çoğu sus pus oldular olan bitenler karşısında, utandılar mı verdikleri karardan artık nedir bilinmez. Ama bazıları ise – ki bunlar yazar çizer ve bolca okunur insanlar – yiğitliğe bok sürdürmemek adına olsa gerek akp’ye de bok sürdürmemeye başladılar. Mesela alkollü içkilerle ilgili yasal düzenlemeleri sıradan bir AB düzenlemesi olarak okumak gerektiğini vurguladı bu insanların bir kısmından oluşan bir örgüt. Hani şu tayyip* zulmüne değil teşekkürlerine nail olmuş olanlardan biri var ya, o işte. Bildin mi? Neyse bunu böyle görebilmek için silah ruhsatı alabilme yaşını 18 ila 21e indiren yasal düzenlemelerden haberdar olmamak lazım. Bu iki değişikliği bir arada okuyamamak için ise gerçekten ya dalgınlığın daniskasını yapıp ikinciyi gözden kaçırmış olmak gerekiyor, ya da samimiyetsiz, iki yüzlü olmak gerekiyor.

Uzun lafın kısası, yetmezin altını doldurabilmek için samimi olmak gerekiyor arkadaş, yetmeyen yerde yeteni talep edebilmek gerekiyor. O talebin sonunda sahte suçlamalar ve belgelerle mahpus damını boylama ve içeri girerken sırıta sırıta dışarı çıkmakta olan hizbullahlarla karşılaşma ihtimali olsa bile… 
O sebepten, kamuoyunda ‘yetmez ama evet’ sloganın sözcüsü addedilen unsurlara sesleniyorum. Direk ‘evet’ olsun sloganınız. Hatta EVET olsun. Çünkü sandıktan evet çıkmış olması size yetmiş görünüyor. Yetmez’in altı boş kaldıysa kaldırıp atacaksın arkadaş. Ne kafalar karışsın, ne de niyetler değil mi? Ak göt kara göt çıksın ortaya.

(*yazarken fark ettim ki, tayyip yazıp boşluk bırakınca baş harf otomatik olarakbüyüyor. T oluyor çat diye. İlginç geldi, bir de mehmet yazıp boşluk bıraktım. Durum aynı. Allah allah dedim bir de ali yazdım olmadı. Küçük kaldı. Vaktim olmadığı için başka isimlerle deneyemedim ama yakın zamanda deneyeceğim. Yine de aklınızda bulunsun, bu wordün türkçesi sünni olabilir diyerekten haydi yandan.)