10/08/2009

sulu no kuru yes

'Sorma be birader mezhebimizi
biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır
çağırma meclis-i riyaya bizi
biz şerbet içmeyiz dolumuz vardır.'

Neydi bu okurcum, Kim demiş bu lakırdıları? Çıkaramadım bir türlü. Ne güzel demiş allahsız. Di mi?

5/19/2009

Boş

Burayı böyle başıboş, böyle terkedilmiş görmek var ya, işte asıl mutsuzluk budur.
-Değil mi Alexander?
-Evet Cevat Abi!

2/20/2009

sonsuzluk ve bir hafta

"gözlerine bakarken
güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum...
yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin :
sırrını her gün bir parça veren
fakat hiçbir zaman
büsbütün teslim olmayacak olan..."

o değil de hafız,
-bir hafta ne kadar sürer alexander?

benden önce bu soruya Theo Angelopulos cevap vermeye çalışmış, tabii bir farkla onun meselesi bir gün ile sınırlı.

-yarın ne kadar sürer alexander?
-sonsuzluk ve bir gün kadar...

bir hafta, sonsuzluk ve bir hafta kadar sürdü. siyaha çalan bir çift göz beni alıp sonsuzluğa sürükledi.

velakin;

"atlilar atlilar kizil atlilar
atlari rüzgar kanatlilar
atlari rüzgar kanat
atlari rüzgar
atlari
at
rüzgar kanatli atlilar gibi gecti hayat
akarsuyun sesi dindi
gölgeler gölgelendi
renkler silindi..."

bir hafta hem sonsuzluk kadar uzun sürdü, hem de rüzgar kanatlı atlılar gibi geçip gitti. Diğer tüm renkler silindi, şimdi sadece siyahı hatırlıyor hafızam, sadece siyaha çalan gözleri...

o değil de hafız,

"gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki
çok sevdiğim başına yemin ediyorum
ben koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken
bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim
ömrümü bir yudumda ellerinden içerim
gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki... "

2/12/2009

Kayıp Eşşek ve Bu Kavram Üzerinden Tanrı Olgusu

O değil de, Allah hakkaten sevdiği kuluna eşeğini önce kaybettirip sonra bulduruyor galiba sevgili blogger. Misal şimdi Dânâ kişi insanının anlattığı mutluluk tanımlarına bak. O Dânâ ki sivildeyken (ya da sivilceyken) hergün doyumsuz telefon konuşması yapacak kapasiteye sahipti. Türksel'in ona bahşettiği yüzlerce dakika bedava konuşması vardı. Fakat heyhat, 200 dakika da konuşsa mutlu olamıyordu. Ama şimdi bir ankesörlü telefondan 5 dakikalık "merhaba, merhaba, naber, naber" diyaloğu onu sevindiriyor. Dediğim gibi, allah sevdiği kulunun eşeğini önce kaybettirip sonra bulduruyor işte.

Tabi bu olay Allah'ın varlığını kanıtlar. Neden? Çünkü.

Pek sevgili matematikçi filozof teolog Renée DesCartes (Kartgillerin Röne) der ki, kafamızda ideal bir tanrı fikri vardır, bu ideal tanrı fikrinin kafamıza yerleşmiş olması ancak ideal tanrının o bilgiyi bizim kafamıza yerleştirmiş olmasıyla mümkündür. Bu nedenle ideal tanrı vardır. İşte bu mantık silsilesi içinde düşündüğümüzde şuraya varmak mümkün:

* Dâna kişi insanı vardır
* Dânâ kişi insanı gibi olası her tanrının sevebileceği bir kulun varlığı ancak böyle bir kulu yaratacak en azından bir tane tanrının varlığıyla mümkündür.
* O zaman en azından bir tane Tanrı vardır.

İkinci önermenin doğruluğunu, yani Dânâ kişi insanının Allah'ın sevdiği kulu olduğu önermesinin geçerliliğini, Dânâ kişisinin eşeğini önce kaybedip, sonra bulup mutlu olmasından kanıtlayabiliriz.

Ordan öyle bakıp Allah Allah diyen pek sevgili bloggerların olduklarını tahmin edebiliyorum şu anda. O sevgili bloggerların "Allah Allah" şeklinde sayıklamaları bile bence Allah'ın varlığının bir kanıtıdır blogger. 
Şehadet ederim ki en azından bir tane Allah vardır ve Dânâ en azından bir tanesinin sevdiği kullarından biridir. Ve Dânâ'nın arada sırada kaybolan en azından bir tane eşeği vardır.

Yine şehadet ederim ki Yutun bir filozof olarak bu konuda benden daha çok şey söyleyecek kapasiteye sahiptir.

Allah bütün bloggerlara eşşeklerini önce kaybettirip sonra buldursun işallah sübhaneke dinimiz amin.

2/08/2009

aslında mutluyum

Tek basina bir odada derin bir hayat yasadigini sanmak midir mutluluk?
"orhan pamuk-nobel 2006 toreni"'

Romalılar, yurttaşlarım, aleksi, cemil, yutun ve değerli bloger;

o değil de hafızlar, aslında gayet mutluyum.

lan şu hayat ne garip, ya da ben ne kadar ters bir adamım . 25 yıl 11 ay özgür yaşadım da,

" keklik gibi kanadımı süzmedim,
murat alıp
doya doya gezmedim" de

tel örgülerle çevrili geçen 57 günde daha önce hiç olmadığım kadar mutlu oldum.

kütahya'nın lanet ayazında, soğukta yarım saat kuyrukta bekleyip de telefonda konuşulan bir kaç dakika insanı bu kadar mutlu edebilir mi ?

bulunan bir saniyelik fırsatta bile mektup yazmak olabilir mi peki mutluluk?

ya da aps ile 2 günde gelmesi gereken mektubu 10 gün beklemek insanı bu kadar heyecanlandırabilr mi? yazılanları okurken alınan zevk var ki bir de...


70 kişilik koca bir ahırda horlamalarını aşıp, ayak ve osuruk kokularının arasından sıyrılıp gelen bir sms'i okumak mıdır mutluluk?

bir tebessümden alınan benzersiz haz mıdır yoksa?

evet sorarım sana Orhan Pamuk nedir mutluluk? ( orhan pamuk akıllı olsun!!!)

ya sen Abidin, bana mutluluğun resmini çizebilr misin?

Romalılar, yurttaşlarım, aleksi, cemil ve yutun, ve sevgili bloger;

maalesef döndüğümde size " bizim bir başçavuş vardı çok baba adamdı..." diye başlayan hatıralar anlatamayacam. ama olsun,

" hafız o değil de, aslında mutluyum ve sizi bunu söylemekten de men etmiyorum" ( a tribute to saşlı)

1/29/2009

Nitelik vs Nicelik

O değil de, bu nicelik ve nitelik konuları insanın kafasını çok fazla karıştırmıyor mu sizce de? Mesela benimkini karıştırıyor. Frankofon bir insan olmamdan kelli, bu lafın fransızcasını lisedeyken çok duydum. Frenk dilinde qualité ve quantité olarak ifade edilen bu nitelik ve nicelik kavramları en çok sınavda 2 sayfa yazı yazıp da on üzerinden 7 alınca karşımıza çıkardı. "Mais monsieur, j'ai ecrit deux pages, j'ai eu 7, cependant Bilmemkim a ecrit une page et il a eu 9. C'est injuste!" (Ama mösyö, ben iki sayfa yazdım 7 aldım, Bilmemkim1 sayfa yazdı 9 aldı. Bu adil değil!) şeklinde yarım saat düşünerek, sözlük karıştırarak ve çok afedersin kıçımızı yırtarak kurduğumuz cümlelere fransız hoca "C'est pas la quantité, c'est la qualité qui est importante" diyerek işin içinden çıkardı. Yani şair burada diyor ki, nicelik değil hafız, nitelik önemli. Sen de on üzerinden yedi aldığınla kalırsın böyle. İşte bu nicelik ve nitelik benim hayatıma ilk olarak bu saçma olaylar silsilesi ile girdi. Daha sonra da sayısız defa bu kavramı kendi lehime kullandım işte. Mesela az sevgilim oldu, "hafız nicelik değil, nitelik önemli, benim sevgililerim hep en muhteşem insanlardı" dedim. Az param vardı hep "abicim önemli olan nitelik, niceliği boşver, ben böyle de mutluyum, azıcık aşım, kaygısız başım" dedim. Az arkadaşım oldu, "önemli olan arkadaşlarının çokluğu değil, nasıl insanlar olduğu" dedim. Çok az seviştim, (epsilon kadar) "önemli olan nicelik değil, nitelik" dedim. Bazı sınavlardan az not aldım, "önemli olan ne kadar not aldığın değil, ne kadar bildiğin" dedim. Pipim küçüktü, "hafız, boyu değil işlevi önemli" dedim. Ama hafız, aslında sence de hep kendimi kandırmamış mıyım? Kandırmışım. Çünkü neden? Kandırmamışsam bu halimle mutlu olmam gerekirdi. Ama aslında mutlu değilim de o yüzden.
O zaman hafız, mesela bu blogun az okuyucusu var, ama önemli olan nicelik değil nitelik, bu okurların hepsi okumuş, kültürlü ve iyi sevişen insanlar. Ama aslında hiç kimse mutlu değil. Yalansa yalan de. 

1/26/2009

Değerini Siz Biçin!

O değil de ben bugün siyah kaplı küçük defterimi kaybettiğimi farkettim. Çok mutsuzum ulen. Aylardır gelmeyen çarpıntı geldi oturdu yine. Sabahtan beri kendimi suçlamaktan başka hiçbir şey yapamıyorum. Sarhoş olduğumda en yakınım olan şeyi sarhoşken kaybettim. Düşünsenize ne kadar acınacak haldeyim. Bir daha sarhoş olmamaya yemin edebilirim. ‘Machine’ diye bi yerde oldu biliyorum. İşte oldu, makinalar yuttu akıl defterimi; ben ne kadar daha dayanabilirim kim bilir? Gittim bakmaya bugün, ama kapı duvar. Unutulmaması gerekenleri yazıyordum ama makine’nin çarkları ezip öğüttüler, arasında incecik kısacık kurşun kalemim, üzerine yazmaya kıyamayıp da başka kağıtlara yazdığım notlar… sarımtrak yapraklarda yazılı olanlardan aklımda kalan: “seninki değil, benimki değil, kiminki olduğunu kim bilir?”; kaderini yazmışım meğer…yenisin açtım demin. İlk sayfasında
In case of loss, please return to …………………………
As a reward: $......................................................
Buyrun, değerini siz biçin.

1/14/2009

Hayvanlık Durumu

O değil de dün sabah bir köpek gördüm. Kızgındı. Gözlerinden anladım. Vallaha. Öyle havlayıp sağa sola koşturduğu yoktu. Sadece gözlerinden belliydi kızgın olduğu. Ben iyi anlaşırım köpeklerle. Tanırlar beni, selamlarını eksik etmezler gördükleri yerde. Domuzlar öyle değil oysa. Varsa yoksa yesin içsin domuz. Yoksa o da güzel hayvan, tatlı hayvan. Sevilir yani. Hatta beslenir ki bir domuz. Ama işte saygısız. Hayvana saygısı yok. Ulan ikimiz de hayvanız di mi? Bir selam versen çok mu? Yok işte hayvanlığa basmaz domuzun kafası, anca tıkınır durur. Neyse efendim konuyu dağıtmayalım. Gördüğüm köpek fena kızmştı birşeye, anladım. Yanaştım yanına dedim “hav!!”. Bir şey demedi. Ters ters baktı yüzüme önce, sonra bir “la havle” çekip kafasını öte yana çevirdi. Hemen çözdüm durumu ben. Ama şimdi hayvanın özeline girmek olur, dalmayalım paldır küldür. “hav” dedim tekrar ve oradan uzaklaştım. Ya, işte böyle okurcum. Ne diyosun bu işe?

1/11/2009

İki Süper Film Birden

O değil de, bu blog hakikatten toplumun aynası be sevgili okur. Şaka lan şaka, değil. Toplumun asıl aynası iki süper filmi en kıyak bir şekilde tek bilet fiyatına izleten ve ayakta kalma mücadelesinde yalnız bırakmamamız gereken cinsel içerikli film gösteren sinema salonlarıdır bence. Bak sonunda bence dedim. Şimdi sen gelip de “yok lan toplumun asıl aynası belediye otobüsleridir” dersen ben de sana “ayna ayna, çelik ayna” derim.
Sanırım burayı okuyan sevgili okurlarımız hemen benim istiklal caddesi üzerindeki Rüya Sineması’ndan bahsedeceğimi düşünmekteler. Ama hayır hafız, hayır. Mesele o kadar yüzeysel, herkesin görebileceği kadar açık ve net değil. Bir kere mesele tamamen benimle ilgili. Yani böyle iki satır yazı okuyup da “Hee, evet, şimdi de Rüya Sineması’ndan bahsedecek, ben bildim, yüz puan” denilecek bir durum yok ortada. (Sevgili okur, seni rencide etmek istemezdim ama işte huyum kurusun, elimde değil). Haa, şimdiden söyleyeyim, uzun bir hikaye bu sevgili okur.
*
Mesele şu sevgili okur. Ben hayatımda hiç iki süper film birden gösteren sinemalara gitmedim. Ama önlerinden çok geçtim. Bu sinemalarla ilk tanışmam ortaokul yıllarına denk geliyor. Orta ikide, bir ramazan bayramında, mahalledeki yaşça daha büyük delikanlılarla bu tür bir sinemaya gitmiş bir arkadaşım sinemada gördüğü filmi ballandıra ballandıra bitirememişti. O zamanlar cinsel bilgisi epsilon kadar olan genç insanlar olarak biz diğer erkekler de ağzımız açık dinliyorduk arkadaşın saniyesi saniyesine anlattığı pozisyonları. Fakat bendeki sorun daha o zamandan belliydi galiba. Herkes adamın kadınla münasebeti üzerine sorular sorarken ben “olm nasıl sinema lan orası?” “seni nasıl aldılar içeri?” “yasak değil mi?” “sinemadakiler birbirlerini görmüyorlar mı?” “biri seni görünce utanmıyor musun?” tarzında, daha sosyal psikoloji içeren sorular soruyordum. Oynatılan filmden çok, sinema salonunda insanların nasıl bir psikolojiyle içeri girdiklerini sorguluyordum. Ya da “ben gidersem orda nasıl davranmalıyım?” sorusunu açıklığa kavuşturmaya çalışıyordum. Önyargılarım vardı ve toplumun önyargıları benimkilerden bile fazlaydı. “İçeri girerken ya biri görürse”, “dışarı çıkarken ya biri görürse”, “içerde beni gören biri dışarıda bir daha görürse” gibi olasılık soruları soruyordum kendime.
Sonra başka arkadaşlarım da gittiler o sinemaya. Hepsi geldiğinde filmin konusunu anlatıyordu. (Sanki çok önemli bir konusu varmış gibi, peh. Sonu belli bi kere, adam boşalıyor.) Arada yeni filmler geliyor, daha önce gitmiş olanlar bir daha gidiyorlar ve gelip yeni filmi anlatıyorlardı. Ben ise hala nasıl olur da insanlar bu kadar rahat bir biçimde, ellerini kollarını sallayarak, koltuklarına kurularak, bir sinema salonu dolusu insanla porno film izleyebilir, onu tartışıyordum kendi kendime. Ve asıl garip olan, daha sinema salonunun önünden bile geçmemiş olmamdı. Yeri bile efsaneydi benim için. Sinema Zeytinburnu’nun Depo tabir edilen (gerçi her ilçede depo adında bir semt var galiba) semtinde, Bakırköy minibüslerinin geçtiği yolun bilmem neresinde idi.
Orta üçteyken bir gün ne olduysa oldu ve Bakırköy’den dönerken minibüs bir kazadan dolayı olsa gerek yolunu değiştirdi ve ara sokaklardan geçerken işte tam bu sinemanın önünden geçti. İşte o anda gördüm onu ilk kez. Afişlerinde yarı çıplak, deri kıyafetler giymiş kadın resimleri vardı. Böyleyken böyle işte.
*
Sonra işte liseye başladım falan. Fransız lisesi tabi. İki sene hazırlık okuyup Fransızca öğreneceğim, bilmem ne. Daha hazırlık senelerinden ilkini okurken ve daha çok arkadaş edinmemişken istiklal caddesinde tek başıma turladığımı hatırlarım. Bir başa, bir sona, sonra otobüse binip eve. 
*
İşte o zamanlar, ki daha okula başlayalı 2 ay falan olmuş, artık nasıl bir göt kalkıklığıyla düşünüyorsam, kendimi bir bok sanıyorum. Girdiğim liseden ötürü, büyüyünce dünyanın en entel insanı olmalıymışım gibi düşünüyorum. E entelliğin en önemli basamaklarından biri de sinefil olmak. Sinemaya gitmeliyim bol bol.  Bir gün baktım, ağa cami civarlarında, resimsiz bir afiş.
Sinema Dilbazlar
Salon 1 – İki yerli Film – 2 Milyon
Salon 2 – İki yabancı Film – 3 Milyon
Ağa Cami Karşısında.
(Fiyatları salladım)
*
O zamanlar normal sinemalardaki filmler 5 milyon, 6 milyon, üstelik tek film gösteriyorlar. Burada gidip sinema izlemek çok mantıklı geldi. (Sinema izlemek de nasıl bir kavramdır, peh). İşte bu afişten yola çıkarak, Ağa Cami çevresinde sinemayı aramaya koyuldum. Ama "Ağa Cami karşısında" tanımı çok yetersiz tabi. Önce İstiklal caddesinde, caminin tam karşısındaki binaya baktım. Sinema falan değil. (E o zaman sinemalar hep cadde üstünde). Sonra, ağa caminin bir dikdörtgen arsa üzerinde inşa edildiğini düşünerek ve dikdörtgenin de 4 adet yüzünün olduğunu düşünerek, bundan ötürü de 4 adet “karşısında” kavramını karşılayacak sinema olduğu kanaatine vardım ve istiklal caddesinin alt tarafında dolaştım. Ağa Cami'nin dört tarafı yok tabi. Üç tarafı var. Üç tarafında da sinema aradım. Böyle böyle yarım saat falan arayıp bulamadım sinemayı. Allahtan kimseye sormadım. Soramadım zaten. 
Sonra nerden estiyse bir de caddenin üst kısmına bakmaya karar verdim. Hazır geziyorum, gezeyim de öğreneyim buraları mantığıyla. Sonra üst paralel sokakta taraftarı olduğum spor kulübünün merkezini gördüm. O hayranlıkla ve yeni bir şeyler keşfetmiş olmanın öforisi ile yürürken birden gördüm onu: “Sinema Dilbazlar”
Aman allahım, işte ordaydı, evet. Ama, o da ne? Porno. Seks. Üstelik ben o pornolara dik dik bakıyorum. Herkes beni bakarken görüyor. Yer yarılsa, içine girsem aq. Öyle de utandım yani.

Neyse işte, sonra ordan kaçıp eve gittim. Daha sonraki senelerde ise bolca önünden geçtim o sinemanın. Ama her geçişimde o ilk günü hatırlarım sevgili okur. Hep böyle bir tedirgin olurum. Birilerinin çıkıp "Aha, işte yıllar önce sinemanın önüne gelip bön bön afişlere bakan ergen çocuğu bu, tanıdım seni!" demesinden korkarım. Ödüm patlar. Adrenalin pompalarım çalışır da çalışır.
*
Dediğim gibi, seksli film gösteren sinema salonları toplumun aynasıdır sevgili okur. Valla billa.

1/01/2009

NONOŞ ELEKTRONİK

O değil de, geçen sefer vaad ettiğim “gelecek programları” gerçekleştiremeyeceğim çünkü aklıma başka bir şey geldi. Bunun için açıklama yapmama gerek yok sanırım, ne alâ.
Bende homofobinin neden gelişmemiş olduğunu anlatacağım. Buraya yazmaya başladığımızdan beri türlü entellikler yaptık, varoluşsal bulanıklığımızla canınızı sıktık, ey okur oradaysan eğer, seni kurtarmaya geldim haberin olsun. Olum sonuçta öyle ya da böyle üniversite okumaya İstanbul’a gelmiş (birimiz hariç: O liseyi de köklü bir İstanbul Lisesinde okumuş o sebeple entelliği daha bir zahir) anadolu kaplanlarıyız. Ulen bu arayıp beklediğimiz, bir tanesinin yeter olduğunu sayıkladığımız kaplanlar aramızda olmasın.
Anadolu kaplanlığı da diksilemanlık kadar hassas (buradan vatani yuvasızlığını yapmakta olan, bundan böyle içinde bulunduğum dejenerasyon sebebiyle ‘dixie’ diye sesleneceğim diksileman’ı hasretle kucaklayıp, Luxus’tan Yuvasız Kuş Parçasını ona hediye etmek istiyorum, iyi yayınlar!) ve derin bir konudur. Anadolu’da özgürlükçü düşünce, bluğ çağı, blues çağı bir başka yaşanır gardaş.
“kendim için soruyosam namerdim ama gey misin?” ya da “kusura bakmayın ama gey misiniz?” sorusu getirdi tüm bunları aklıma. “senden gey elektriği alıyoruz” da dedilerdi. Düşündüm, anadoluda olsa biri çıkar yeter ana, dolu, doldurma daha derdi heralde. Bu soruyu da “ Be hey gardaş hoş musan?/dolu musan boş musan?/ ayakların yan basir/ yoksam sen nonoş musan? “ şeklinde sorabilirlerdi sanırım. Mealen hey genco, n’aber?/ Manitan var mı? /Yoksa gey misin şeklinde, sanal alemde “asl”ye “adsl”ye karşılık gelecek şekilde düşünülebilir.
Önce şu elektrik mevzuuna bir açıklık getirelim. Efendim, elektrik elektronik mühendisliği alanında almış olduğum 5 senelik lisans eğitimim boyunca gey elektriği veya benzer başka bir elektrik çeşidine rastlamadım. Bu konularda yürütülen bir araştırmayla filan da karşılaşmadım. Ama çocukluğumda bir Nonoş Elektronik Amca vardı. İçlerinden birinin adı Amerikan Pazarı olan, ithal mallar ve özellikle elektronik eşya satan, iki dükkandan birini işletiyordu. O dükkanın adını hatırlamıyorum, kimse de hatırlamaz çünkü herkes Nonoş Elektronik diye bilirdi. Sebebi de aşikar sanırım, bu beyefendi efemine tavırlar sergileyen nev-i şahsına münasır bir zat idi. Yanlış hatırlamıyorsam evli ve çocuklu idi de ama adı öyle kaldı. Bu hali tavrı kimsece yadırganmazdı ama herkesi eğlendirirdi.
Bu lakabı ona Ali Amca takmıştı sanırım. Ali Amca’nın eczanesi tam da nonoş elektroniğin karşısındaydı. Ali amca da başka bir nev-i şahsına münasır zattır. 12 senelik eczacılık öğrenimi sırasında bir dönem herkesçe bilinen bıyıklı modacıyla ev paylaşmışlığı bile vardır. Alim diye seslendiğini anlatırdı hep. O kadar sahiplenici yani. Ali Amca’nın mevzuya hakimiyeti bariz oluyor böylece ki o lakabı da takmak ona düşer herhalde.
Ama asıl mevzu benim Bülent Ersoy’la tanışmamdadır. Pek az müzik dinleyen babamın kasetleri arasında bulduğum Bülent Ersoy kasetini teybe taktığımda karıştı kafam. Ya 4 ya 5 yaşındaydım ki karışıklık yine babam tarafında kısa sürede giderildi. O yaşlarda bir çocuk olarak henüz kahve içememe müsaade edilmez süt içmek konusunda da zorlandığım için çocuk ruhunun asiliğini yaşatmak adına süt içmeyi reddederken küçük bir zafer sayılabilecek sütlü kahve ya da daha doğru tanımlamak gerekirse kahveli süt benim içeceğim olmuştu. E, baba kaseti takıyorum erkek sesi çıkıyor,kapağa bakıyorum bir kadın bana bakıyor, bu nasıl oluyor deyince? Babam, o aslıda sütlü kahve dedi. Ben de bir gün bu insan, oğlu olursa askere göndermeyeceğini söyleyecek, görürsün dedim.