9/27/2008

Anarşik Huzursuzluk

Doğrudur efendim. Doğrudur, evet. Masa başına toplanmış dört kişi bir handa oturur durur bu hikâyede. Hancı vardır bir de yan rolde. Bir de kadın vardır. İsmi geçer yalnızca. Kim bilir, belki de filmin bütçesi kadın oyuncu bulabilecek kadar büyük değildir. Kim bilir, belki de hancının kızı yoktur. Kim bilir, belki de hancının kızı başka bir delikanlıya kaçmıştır. Ben bilmem.
Bu kadın ki, masadaki herkesin gözüne ayrı görünür, ama aslında daha kimseye görünmemiştir. Bir hayaldir. Aranır durur. Herkes kendisi arar, kendi kendine. Belki de bu nedenledir ki aleksi kişisi havadan zembille inecek bir kadın fikrine karşı çıkar ve bu nedenledir ki aşağıdaki sözü söyler:
***
—Kadın kalsın sen şarabı getir!
Huzursuz cengâver etrafına bakınır durur. Ne düşündüğünü bir kendi bilir. Diğerleri konuşurlar. Anlatır kır saçlı olanı. Hikâyesi bitmez. Bingöl dağlarının aslında Bingöl de olmamasından başlar, hikâyeyi Köroğlu’na Bolu Beyi’ne bağlar. Oturur aleksi. Çevresine bakar. Huzursuzdur aleksi. Bazı şeyler hoşuna gitmez. Sürekli düzeltir. Upupa Epops a ibibik denmesinden hazzetmez. Akademiktir. Referans ister. Yutun’a bayılır. Beyoğlu’na da gider, balık pazarına da gider. Ama Degüstasyon’a gitmez. Onun yerine Fransızca anlamını anlatır. Huzursuzdur aleksi kişisi.
***
Evet, bu bir yolculuktur ve burası bir handır. Handır han olmasına ama burayı Bolu Gerede çıkışından sonra beşinci kilometredeki Köroğlu dinlenme tesisleriyle karıştırma. Burada Köroğlu vardır. Doğrudur. Bolu beyi de vardır. Doğrudur. Ama burası dinlenme tesisi değildir. Bu handa dinlenmezsin. Dinlersin. Biz anlatırız. Sen dinlersin.
***
Masa başında oturan bu dört cengaver buraya hikaye anlatmaya gelmiştir. Bu hikâyeler dört hatta belki dokuz farklı varoluş biçimiyle anlatılabilinir ama kadınca olanı anlatılamaz. Dokuz farklı mutsuzluk tanımlanabilinir ama hiçbiri kadınca olamaz. Bu mutsuzluklar kadınlarla ilgili olabilir ve işte bu yüzdendir ki masada bir kadın yoktur. Bir kadının yanında anlatılamaz bu mutsuzluk. Aleksi bey huzursuz olur. Konuşamaz. Anlatamaz.
***
Doğrudur efendim. Doğrudur, evet. İnsanlar ikiye ayrılır. (Erdem, Reha; Korkuyorum Anne). Dinleyenler ve anlatanlar. Dinleyenler otobüste uyumayı bilirler. Anlatanlar ise otobüste uyuyamazlar.
Otobüsler de ikiye ayrılır. Rahat otobüsler ve rahat olmayan otobüsler. İşte burada matematik kuralları gereği insanlar dörde ayrılır. Rahat olsun veya olmasın, otobüslerde uyuyamayan insanlar; rahat otobüslerde uyuyabilen ama rahat olmayan otobüslerde uyuyamayan insanlar, rahat olmayan otobüslerde uyuyabilen ama rahat olan otobüslerde uyuyamayan insanlar (ki şüphe ederim bunların insanlıklarından) ve rahat olsun veya olmasın, otobüslerde uyuyabilen insanlar. Fakat rahat olsun veya olmasın bu otobüs bir yolculuk yapar ve içindeki yolcular bir yerden bir yere gider. Kalkış noktası ve varış noktası bellidir. Her şey yerli yerindedir.
***
Handa oturan cengâverler de bir yolculuktadır. Ama bu yolculuğun kalkış noktası ve varış noktası belli değildir. Huzursuz aleksi kişisi yüzünü batıya çevirmiştir. Güneşin batışına âşıktır belki, kim bilir. Kır saçlı dâna yüzünü doğuya çevirmiştir, güneşin doğuşuna âşıktır belki, kim bilir. Bıyıklı cemil bey yüzünü sağa sola çevirir durur, güzel bir kadın görmüştür belki, kim bilir. Az saşlı yutun bey yüzünü aşağı çevirmiştir, alçakgönüllüdür belki, kim bilir.
Ben bilmem. Bilinen bir şey vardır ki, o da bu insanların her bir ayrı yerlere giderken beraber yolculuk ederler. O yüzden bir yere gitmezler. Döner dururlar durdukları yerde.
***
Aslında mutlu değilim. Fakat bunu söylememi yasakladılar. Asıl mesele de bu ya. Yasak olunca daha bir tatlı oluyor sanki bunu söylemek. Anarşik ruhuma ilaç gibi geliyor bu yasağı delmek. İçime kaçmaktan kurtarıyor beni. Evet. Doğrudur evet. Aslında mutlu değilim ve bunu yasak olmasına rağmen söylüyorum.
***
Aleksi kişisi bu düşünceler içindeyken irkilir. Kendine gelir. Dânâ kişisi bir şeyler anlatmaktadır. Bi susun bakalım da ne anlatacak.

P or ~P

O değil de, madem metaforik de olsa mütemadiyen sürecek olan ifşa maiyetinde bir paylaşımın eşiğindeyiz, ben bu yolculuğun keli korkutan, korkudan sıçırttıran bir olası sonucuna parmak basayım diyorum. İçe kaçma korkusu.
Efendim şöyle izah edeyim durumu: İnsanlar ikiye ayrılır bence, (bkz Erdem, Reha Korkuyorum Anne) otobüste uyuyabilenler ve otobüste uyuyamayanlar. Ben ikinci gruptayım ve birinci gruptakilere inceden uyuz olduğumu belirtmem gerek. Çünkü çilemiz büyük. Hele bir de pencere kenarında oturma takıntınız varsa iyice sıçtınız demektir. Çünkü yanınızdaki fosur fosur uyurken onu kıskanmanız ve yol boyunca sırf bunun sinirinden uykunuzun zaten on kere daha kaçması bir yana, bir de bu uyuyan zat, horlar, elini kolunu başını bacağını senin üzerine atar. Hayır sen de uyusan sarmaş dolaş yolun nasıl geçtiğini anlamayacaksın ama gözler faltaşı gibi, kulakta musiki, yanında bir kişinin zor sığdığı otobüs koltuğunda yuvarlanarak uyuma edimini (ki ikiz yatak fenomeninin temel taşıdır.) gerçekleştirmeye çalışan bir beşer... Mola yerinde de uyanmak bilmez bu beşerlerin bir kısmı. Uyku tutmayan bir insan olarak inip sigara içmek (ki bu da uyuyamayanın bir paradoksudur, çünkü sigaranın yanında illaki bir de çay içer. Gecenin 4ünde mola yerinde çaya sigaraya abanan biri iflah olur mu a dostlar. Olmaz alexander, ayran içceksin, yanlış yapıyosun.), bacaklarını açmak, işemek, dolaşmak, aynı otobüsü ve aynı koca geceyi paylaştığın güzel kadınları kah ayran sırasında kah sigara tüttürürken izlemek istersin, yapamazsın. O sırada dışarıda olsan bir çırpıda geçiverecek olan 30 dakikalık mola, bitmek bilmez. Artık tek yapabileceğin beklemektir. Evet, bu sıkıcı 30 dakikanın sonlarına doğru çok kısa olsa da bir meşgale geçer eline; insanlar yavaş yavaş otobüse dönmeye başlarlar ve bu insanların bir kısmı da tabi ki az önce bahsi geçen güzel kadınlardır. Koltuk numaralarını tespit etmeye çalışırsın bu şahane-i beşerlerin. Uyuyamayanın cinsiyeti ve cinsel tercihine bağlı olarak bu şahane-i beşerler de çeşitlilik gösterir tabi (ki Kant da ne demişti, we impose order upon world. Diil mi a dostlar? ki bu durumda “beşer şaşar” önermesi de geçerliliğini yitirir gibi olmuyor mu? Varsın yitirsin. [bkz. Paranteze hapsolmak]) ve dahi bu meşgale ‘şahane/koltuk sayısı’ oranına bağlı olsa da en fazla 5 dakika oyalar sizi. Sonra ışıklar söner, kulağında kimbilir kaçıncı parça çalmaktadır. Sonra da...
Sonra yolculuğun korku dolu dakikaları başlar dostlar. Evet aniden başlar. Molada ayranını içmişlerin horultuları gökkubbeyi sardıkça, sen koparsın o kubbenin gerçekliğinden. Hafiften motor sesi, ağırdan insan nefesi, mp3çalardan musiki sesi... Başka hiçbir uyaran kalmaz etrafında. Ve evet dostlar o anda içine kaçarsın. Evet evet kendi içine.
İşte bu dört cengaverden (diğer cengaverler ‘az saşlı’ diyerek kibarlık etseler de aslında) kel olanı içine kaçmıştır. Yolculuklar onu hep içine kaçırtmıştır. Çaresiz gezer durur içerde. Bir geçmişe uğrar, bir geleceğe. Ve bu içerdeki yolculuğun hızı, dışardakinin hızından kat be kat fazladır. O kadar hızlıdır ki, sinir sisteminin kontrolünden bile çıkar bi yerden sonra. O yerden sonra kaslar gerekli tepkileri veremez olur. O yerden sonra cengaver artık mimiksizdir. O yerden sonra dışarıdakiler, içeridekileri göremez olur.
İşte durum az çok böyle. Bilirim biraz havada kaldı ‘içe kaçma’ mevzu. Lakin herşeyi yere indirmek olmaz ilk yazılarda. Zamanla dostlar, zamanla...

Kitâbü'l-Hayevân'dan bir mahluk: Diksıleman

-Hancı bize şarap ve kadın getir!
Dedi, kara kuru, saçı da hafifçe kır olan. Süleymanın horozu gibi çıktı sesi. Karalardandı zahir, yalan yok. Dânâ diye anılırdı adı masada.

- Kadın kalsın sen şarabı getir!

Dedi, huzursuzlukla etrafı izleyen cengaver. Soğuk bir kış günü zemheri ayazında doğmuş, 3 gün 2 gece meme emmiş, sonra 3 günlükken at binmişti; 4 günlükken kılıç kuşanmış. 5 günlükken ok atmış, 6 günlükken ava gitmiş, 7 günlükken avdan dönmüştü. Rüştünü ıspatlayınca Dedem Korkut çağrılmış, soy soylanmış, boy boylanmış, adın Bamsı Beyrek olsun denmişti. Ama cengaver müdahale edip: “müdür naaptın, orijinal ol biraz, herkese mi Bamsı Beyrek diyon, naapıyon” demiş. Amcası bu sırada araya girip bu çocuğun adı Alexi olsun demişti.

Adaşı Alexander the Great gibi kısa bir ömür yaşamaktan korkardı her zaman, bu yüzden at sırtından inip, kılıçını kınına koyup pasifist olmaya karar vermişti. Yağlı yemez; şeker, un, tuz tüketmez, tütün çiğnemez ve bir de kadınlardan uzak dururdu.

- Sen de 300 ben diyeyim 500 yıl yaşadı Süleyman peygamber, bu uzun ömrün sırrı Belkıs gibi bir kadının Süleyman'ın hayatındaki varlığıydı elbet.

Dedi, Cemil nam yiğit, bir yandan da bıyıklarını burarken.

- O değil de hafız, Süleyman deyince bak aklıma ne geldi.

Dedi, masadakilerden bezgin bezgin oturanı.Ve sözüne şöyle devam etti:

“ Bir eşek var idi za’if ü nizar ,
Yük elinden katı şikeste vü zar”

Sonra durdu ve toparladı işi, bu hayvan ilkin onun aklına değil Şeyhi’nin aklına gelmiş idi. Şeyhi gibi padişahın hediye olarak verdiği tımar için dayak da yememişti ki köylüden oturup yazsın öküze özenen eşeği.

- Durun be teresler kafam karıştı benim aklıma gelen eşek değil bir kuş idi: ne zayıf ne nizar ne de azman, Süleyman’dan aklıma geldi Diksıleman.

- Ben ki envai çeşit insan bir o kadar da lisan bilirim, hiçbirinde duymadım adı böyle olan bir hayvan.

Dedi, bunca dil öğrenmesi için Büyük İskender’in takip ettiği rotanın aksi istikamette sürekli yol alan Aleksi.

- Bende yalan, hilaf yok .

Dedi, adı dana değil de Dânâ olanı, kendisine dana diyene atası Öküz’e olan saygısından dolayı laf etmeyeni.

- Gezdim Acem elinden tut Arabistan’ı, Yemen’i, Kaf dağından tut da Çin u Maçin’i; kaybolduğumda Uzun İhsan Efendi’nin Puslu Kıtalar Atlası’dan çıkarıp yolumu, kattetdim bir baştan bir başa tüm kürre-i arzı.

Tam o sırada araya girip hadi oradan sen mi gezdin be bezgin herif diyecekti ki- masadakilerden yaşadığı topraklardan çok çok ötesine ruhu ait olanı- Uzun İhsan Efendiyi duyunca amenna deyip tuttu dilini.

- Evet ben ki gezdim baştan başa tüm cihanı, ben de rastlamadım başka yerde ismin böylesine

- Hafız Süleyman ile ne alakası var şimdi bunun, ben anlamadım.

Dedi, şarabı beklerken masayı davul gibi tokatlayan, az saşlı, kızıl sakallı olan, taşı sıksa suyunu belki çıkartamayacak ama taşı iki düm bir tek ile yerinden kaldırıp oynatacak maharete sahip olanı.

-Be teresler ötüp durmayın yuvada yiyecek bekleyen yavru Diksıleman gibi, susun da hele bir dinleyin sabırla.

Dedi, Karalardan olanı. Kimseye bir daha fırsat vermeden aldı eline sazını, yad etti atası , değil yalnızca Diksıleman’ın tüm kuşların hikayesini ve dilini bilen Feqiye Teyran’ı.

- Diksıleman’ın birebir çevirisi Süleyman’ın Horozu’dur, tabii ki mevzubahis olan Süleyman, babası gibi peygamber olan Süleymandır. Diksıleman ise tepesinde taçı olan ince ve uzun bir gagaya sahip, Kanatlan ve kuyruğu siyah beyaz alacalı, gövdesi ise pembeye çalan açık kahverengi olan bir mahluktur.

- Hafız bu bildiğin İbibik yahu.

Dedi, masadakilerden az saşlı olanı, belli ki kıskanıyordu kendi kafasında az olup da kuşun kafasında bolca olan tüyleri.

- Yok Hafız bu Hüt Hüt.

Dedi, Hüt Hüt’ün sesinin güzelliğini kıskanan, bırak Araftakileri handaki cengaverleri bile yerinden kaldırıp masada oynatacak bir sese sahip olanı.

- Hafız Upupa Epops yahu bu.

Dedi, akademik bir dilden taviz vermeyen, yuttuğu medrese tozundan sesi zor duyulan Aleksi.

- Siz de düştünüz aynı hataya, soyutladınız zavallı kuşu binlerce yıllık geçmişinden, kiminiz görünüşüne aldandı kiminiz sesine. Ama kazın ayağı öyle değil be hafızlar, dinleyin anlatayım size şu mahlukatın hikayesini…

Devam edecek…

9/23/2008

başlık

-Hancı bize şarap ve kadın getir!

Dedi, kara kuru, saçı da hafifçe kır olan. Süleymanın horozu gibi çıktı sesi. Karalardandı zahir, yalan yok. Dânâ diye bilinir; bilir, bildiğini çoğundan gizlerdi.

-Ne yapıcan şimdi şarabı.

Diye karşı çıktı bıyıklı olan, bıyığından ötürü benzetecek çok adam var ya cemil diye bilinir. Tembellikten mi bilinmez şarap içmeye de mi üşenmiştir yoksa şarabın yanında gelecek kadın mı korkutmuştur onu, yine bilinmez, bu karşı çıkışın sebebini kim bilir?

Bira ve çerez veya patates veya sigara böreği geçiyordu belki de yalnız aklından. Bizimle burada olmayan ama adı sıkça duyulacak olan, saşlı diye bilinir, burada olsa dedi içinden, ne biraya gelir ne şaraba, ne balık pazarına gelir, degüstasyona hiç gelmez.

***

Zamanın hızla geçtiği malum. Başka bir malum olan âhir zaman. Âhir olması gerektiriyor hızla geçmesini. Haftalar oldu yazılamadı bu yazı aklımda bir şeyler var, otursam başına yazıcam ya nedense başlayamadım. Sıkıştırdılar da halbuki, yaz hadi dediler. Bak bugüneymiş kısmet. Ne kadar hesap ne kadar plan hepsi yalan işte. Nerden aklımıza geldi bilmiyorum herşey başladıktan 25 yıl sonra, mazide tamamlanmamış ödev kalmasın diye heralde.

***

Hancı masanın üstüne biraları koydu, çerezi koydu, istenmediği halde şarabı koydu, kadehleri koydu, gülümseyişini koydu, haşlanmış yumurta, ekmek, karabiber ve tarçını koydu, masa da masaymış; bana mısın demedi, hancı koydukça koyuyordu. 4 silahşör gibi dizilmiş, muratları lafın buraya gelişinden belli, ikisinin nâmı henüz geçmemiş, bu 4 cengaverin az saşlı, keçi sakallı, en merhametli, sarı bıyıklı olanı, nâmını kendi versin, kalan cengaver ise aleksi diye bilinir. Aleksi bey huzursuz etrafı izlemektedir.

***

İyi mi ettik kötü mü bilinmez. Tanıttık ya size masanın başındakileri, çok mu söyledik, sırları ifşa mı ettik bilinmez. Doğruluk yeminimiz yok, kim bilir. Belki hiçbiri anlatıldığı gibi değil ve daha da vahimi belki hiçbiri kendinde değil.

***

Bi şey yapmalı! Kimse artık 16’sında değil, yolun ortası kayıp, insanım dersin, kanıt beklenir. Mevzu derin: varoluş, mutsuzluk ve müzik. Masanın başında edilen ilk söz gerdi biraz ortamı. Kötü bir şakaydı zahir, o kötü şakadan da çok hikaye çıkar. Kadınsız bir masaydı bu, 4 farklı hatta iyi bilinen başkalarıyla belki 9 farklı varoluş biçimi anlatılabilinirdi o masada ama kadınca olanı anlatılamazdı. 9 farklı mutsuzluk tanımlanabilirdi ve bu mutsuzluklar kadınlarla ilgili olabilirdi ama hiçbiri kadınca olamazdı. Belki hancıdan şarabı istedikten sonra masanın bulunduğu hanın içine dönüp o masaya gelmek isteyecek bir kadın olup olmadığı oradaki kadınlara sorulmalıydı. Ama öyle olmadı.

“To be”, “to become”, “to exist”, “to expose” ve “to express”: bu fiillerin türkçe karşılıkları çokça kez bulunmaya çalışılacak, bu fiiller yerli yersiz çokça kullanılacak, “to” ilgeçinin sağlamış olduğu amaç belirtme hali doğrultusunda bu fiiller, masada amaç haline de gelecekti.

***

Ulan cin olmadan adam çarpmaya mı kaltık acaba. İçim içimi kemiriyor, ya bu masada konuşulanlar kayda alınıyorsa. Ya bir gün bir yerde karşımıza çıkverirse ne yaparız. Nasıl açıklarız?

***

-hafız, o değil de insanlar nasıl hikayelerden hoşlanır acaba?

-güldürürken düşündürüp, düşündürüken de düdükleyenlerden olabilir.

-ne dersin benjamin?

-kanga, aslında mutlu değilim ama yasaklıyorum size bunu söylemeyi.