12/20/2010

Sosyal Sözleşme - Soysal Restleşme

O değil de, Rousseau da zamanında amma romantiklik yapmış ha, hem de daha romantizm akımı Prusya'da tohum iken. Ahaha, bildin sevgili okuyucu, bildin. Sosyal sözleşmeden bahsedeceğim. Hazır Yutun Beyin fitilin ucunu yakmışken, ben de torpili itin g*tüne sokayım diye düşündüm. (Disclaimer: Bu yazı yazılırken hiç bir it zarar görmemiştir). Siyasi konular üzerine iki kelam edeyim istedim. Önceki yazıya iki cevap vereyim istedim. Yalnız hemen uyarayım sevgili okuyucu, ben öyle ciddi ve kışkırtıcı yazamayacağım. 
Konuya Rousseau'dan girdim madem, ondan devam edeyim. Neden Rousseau? Niye romantik bu adam? Hizmetçisine, ondan iki tane çocuk peydahlayacak kadar aşık olduğu için değil şüphesiz. Liseden hatırladığım iki satır bilgi doğruysa bu Rousseau kişisi, insanoğlunun vahşi hayatta, toplumlar kurulmadan önce, iyi ve güzel olduğunu düşünen bir kişi. Bunu düşünmek için ne kullandığı ise muamma. Çünkü LSD henüz üretilmeye başlanmamış o dönemlerde. Bu kafaya sahip olmak için çok fazla alkol alıyor olmalı Rousseau birader. Rousseau'nun tam tersine insanoğlunun vahşi hayatta kelimenin tam anlamıyla vahşi olduğunu düşünen bir de Hobbes kişisi var. Hobbes da bir pür realist. "Kanunlar olmazsa insan insanı s*ker" diyor kısaca. Bu ikilinin üstüne çağımızın en tırt filozofu olarak ben, Aleksi, diyorum ki: İkinizin de canı cehenneme sizi 18inci yüzyıldan kalma eski kafalılar sizi.

Neden böyle diyorum? 
Neden olacak, bu iki düşünürün de yanıldığı bal gibi ortada. İnsanoğlu Rousseau'nun dediği gibi "aslında iyi çocuk ama çevresi kötü" bir durumda değil.  Ya da "çok zıpçıktıydı, askeri okula yolladık, hizaya geldi" durumu da yok. İnsanoğlu her zaman kötüydü, her zaman da kötü olacak. Daha şimdiye kadar yaptığı tek bir düzgün iş yok şu insanoğlunun. Hadi gelin itiraf edelim, hangimiz bazen utanmıyoruz ki insanlığımızdan. Doğayı tahrip eden tek yaratığız. Canını koruma ya da yemek yeme amacı gütmeden diğer hayvanları ve hatta kendi cinsini öldüren tek yaratığız. Sevdiğimiz insana acı çektiren tek yaratığız. (Kabul ediyorum, burayı forward maillerden kopyaladım). Herşeyimiz yapay, herşeyimiz kolpa. 

Özetle, insanoğlu kötü. Özellikle de yaptığı kötülüğü meşrulaştırabiliyorsa. Bu konuda çeşitli sonu kötü biten deneyler yapılmış geçmişte. Bu deneylerden birinde bir grup denek ikiye ayrılmış suçlular ve gardiyanlar olarak. Deneyin sonu hüsran. Aslında gardiyan olmayan gardiyanlar ellerine meşru bir şekilde otorite olma gücü geçince aslında suçlu olmayan suçlulara işkence yapmaya başlamışlar. (Das Experiment adıyla alman yapımı bir film olarak sinemalarda oynadı bak, git izle sevgili okuyucu). Bir başka deneyde de hiçbir şeyden haberi olmayan bir deneğe, onu görmeyen başka bir adama elektrik vermesi istenmiş. Bu adam elektrink vermeyi reddedince "ama deney için gerekli bu" denmiş adama. Adam da "ya ben hayatta vermem ama madem deney için gerekli, vereyim o zaman" demiş, elektrink vermeye devam etmiş. Bu şekilde onlarca denekte aynı sonuca varılmış. Korkma okuyucu, neyse ki aslında elektrinnnk alan kimse yok. Rol icabı alıyormuş gibi yapıyor elektrinkli sandalyede oturan adam. (Şimdi  bu deneylerin wikipedia linklerini de vermek isterdim ama link verince nasılsa gidip okumuyorsun, ben de hikaye gibi anlatayım dedim. Zaten buraya kadar okuduğun bile meçhul)

Buradan gördüğümüz üzere değerli okuyucu, insanoğlu içinde her zaman bir kötülük taşıyor. Bu kötülüğü ortaya çıkarmak için meşru bir sebep bulması yeterli. Bu meşru sebep kimi zaman din oluyor. Din elden gidiyor diye gözü dönüyor adamın. Yakıp yıkıyor. Bir başka zaman "ideallerimiz" deniyor. Adam alıyor eline taşı-sopayı, kavgaya gidiyor. Bir başka zaman "komutan emrediyor". O zaman işte polis kişisi kendince bir emri yerine getiriyor. Karşısında erkek biri olunca görev testisleri tekmelemek iken, karşısında hamile biri olunca görev karnını tekmelemek oluyor. Şimdi siz sanıyor musunuz ki o polis akşam eve gidince "ulan ben bugün bir bebek öldürdüm" diye hüngür hüngür ağlıyor. Yok canım. O adama "ateş serbest" deselerdi gayet herkesi öldürecekti işte. Ama bi dakka. Onun suçu yok ki. Emir aldı o. Emir verildi. Kanunlara göre emir hem de. Vay canına. 

Demek istediğim sevgili okuyucu, mesele var olan bir anayasa değişikliğine evet ya da hayır deme meselesi değil. O anayasanın, o sistemin hali hazırda bir otorite kaynağı olarak orada olmasıdır. Sen sanıyor musun ki hükümette başka parti olsaydı buna benzer olaylar yaşanmayacaktı. 

Her türlü meşrulaştırma aracı kötüdür sevgili okuyucu. "Ama biz sosyalistiz", "ama biz demokratız" falan deme şimdi bana. Yarın öbür gün "anti-demokratlara savaş açmamız lazım, yoksa ülke elden gidecek" denildiğinde eline sopayı alacak mısın? Alacaksın. İşte bu "meşru müdafa" dediğin şiddete bulaştığın anda artık tam bir insansın. Tebrik ederim. Gözüme görünme daha da. 

İnsanlar beni her daim korkak ve pısırık olarak nitelendirmişlerdir. Keşke bütün insanlar benim gibi pısırık olsaydı. Ne savaşlar yapılmazdı o zaman, biliyor musun? 

Aktivizm kötüdür sevgili okuyucu. Çağımızın en tırt filozofu olarak ben, Aleksi, bunu bilir bunu söylerim. Sen gelip "Hayır lan *mına koduğum, aktivizm iyidir" dersen eyvallah derim. Kalkıp da benim gibileri örgütleyip "kalkın laaan, aktivizm iyidir diyenleri dövmeye gidiyoruz" demem asla. 

Sonuç olarak, Rousseau'nun da Hobbes'un da yedi sülalesini.... Yeter ki sen üzülme Yutun. Öptüm kocaman. 

12/10/2010

Akıl Öküzün Boynuzunda

O değil de yazamıyorum. Yani yazabiliyorum yazmasına ama aklımın donduğunu, kanımın çekildiğini hissediyorum yazarken. Durmak istiyorum haliyle. Muhterem dost büyük Saymadi’nin de dediği gibi aklım şase yaptı.
Bu blogu açarken siyasi yazılar yayınlamak hususunda bir kararımız var mıydı hatırlamıyorum. Ama affınıza sığınıyorum sevgili pehlivanlar. Zaten blogla ilgili düşündüklerimizin çoğunu yapmamış olmamıza yaslıyorum sırtımı. Hoş bu yazı siyasi mi değil mi onu da tam bilemiyorum.
“Yazmasam çıldıracaktım.” değil durum. Büyük bir yazar, dahi bir beyim değilim okurcan. Hiç birimiz değiliz. Yazsam da yazmasam da çıldıracağım zati. Yazarken de ağlayacağım, ya da sinirlenip küfürü basacağım belki. Belki aleksi bey duygusal diyecek bana. Belki dânâ ve cemil beyler yeterli mizah unsuru bulamayacaklar yazıda. Ne bileyim işte. Ne bir motivasyon tespiti yapabiliyorum şu anda, ne de rasyonelim var. Aklın tükendiği memleketlerden birindeyiz bence zira. Rasyoneli skmişler sonra da yaşını büyütüp tecavüzcüyü beraat ettirmişler.
Faşizm nedir? Dersimizin konusu bu olsaydı ve okuduğumuzu anlamış olsaydık gerçekten neler olurdu? Misal referandumdan evet çıkması ile ülkenin demokratikleşeceğine, daha iyi bir geleceğe küçük ama güvenli adımlarla ilerleyeceğimize, bu 'evet'in artık daha eşitlikçi, daha az şiddet yanlısı, daha ezilenden yana bir iktidar ve işleyiş yaratacağına inanır mıydı gerçekten insanlar? İnanç bu tabi, bir yerden sonra sorgulamak manasız. Ama inananı değil inanılanı sorgulayabilir ve buradan inananın inanarak aldığı sorumlulukları ortaya koyabiliriz. Evet bunu yapabiliriz. Mevcut hükümetin demokrasi peşinde koşan özgürlük neferlerinden oluştuğunu düşünenlerin böyle düşünerek kendi boyunlarına bağladıkları vebalin boyutlarını görebiliriz.
Geçmiş zaman, babamla sağdan soldan atıp tutarken babam muazzam bir faşizm tanımı yaptıydı. Kendi sözünden başkasına tahammül edemeyen, kendi kelamının doğruluğundan bir an olsun şüphe etmeyip diğer kelam sahiplerini harcayan faşisttir, dedi. Çok doğru dedi. Bunları yapan zat-ı öküz bildiğin faşisttir. Hem de öyle böyle değil. Türkiye siyasi tarihi açısından bakıldığında ırkçı politikaların akademik makademik her türlü tanımına cuk oturan Atatürk’ü hala siyasetinin bayrağı olarak taşıyan ulusalcısından, milliyetçisine tüm oluşumlar ve üyelerinden daha faşisttir. Taşra üniversitelerinde uzun saçlıları sopalayan ülküdaş kurtçuklardan, büyük şehirlerde serseri olarak ikamet edip, nerde bir aydınlık, ferahlık varsa gidip lambayı söndüren, güneşi bokuyla, pisliğiyle sıvayan tetik parmaklarından ve onların emir abilerinden, kampüslerde türk-olmayan avına çıkan av köpeklerinden daha faşisttir.
Sorularım var okurlar. Kendisini yuhalayarak protesto eden basketbol seyircisini sırasıyla güvenlik kamerası, koltuk numarası, bileti satın alan kredi kartı numarısından tespit edip tutuklatmanın neresi demokratiktir? Yumurtaya cop ve biber gazıyla karşılık vermenin neresi demokratiktir? Bir gecede yasalar değiştirip, yeni yasalar çıkarıp birilerini içeri atarken birilerini dışarı almanın neresi demokratiktir? Her ortaöğretim kurumunda bir müdür yardımcısının polise doğrudan ve düzenli olarak istihbarat sağlamasını gerektiren, yani açık açık her okulda bir öğretmen sivil polis olsun diyen bir yönetmeliğin neresi demokratiktir? Kadının dayağı hakedebileceğini yazan bir dinin diyanet işlerinin devlet protokolünün en ön sıralarına getirilmesinin neresi demokratiktir? Demokrasi denen nanenin sağlaması gereken en temel hak ve özgürlüklerden olan protesto hakkını kullanan 19 yaşında bir kadının coplanmasının, bu kadın hamile olduğunu söylediğinde darbelerin karnına ve kasıklarına yönelip şiddetlenmesinin neresi demokratiktir? Burada sadece tahammülsüzlük yok okurcan. Farket bunu. Çok daha fazlası var. Nefret var. Kana susamış bir öfke var.
Babam 12 Eylül mağduru. Diyarbakır cezaevini de gördü, yasal gözaltı süresi 90 günken 88 gün işkence de gördü. Hala kabuslar görüyor. Hatırla Sevgili ve benzeri dizileri izlerken nöbet geçirdiği oldu. Kendisine yapılan ‘anti-demokratikliklerden’ 30 yıl sonra bugün hala fiziksel acıdan çok daha fazlasını barındırıyor bünyesinde. Kenan evren ile yolda karşılaşsa neler yapabileceğini hayal bile edemiyorum. O bile bütün hıncına rağmen atlamadı bu pespaye demokrasi çığırtkanlığına. Babam faşizmi öyle güzel anlamış ki zokayı yutmadı. Gerçek faşisti ilk gördüğü anda tanıdı. Tanımlaması o kadar yerindeydi ki karar vermek için fazlasına gerek olmadı. Ne onun için ne de benim için. Öyle alengirli siyasi tarih okumalarına falan gerçekten hiç lüzum yoktu. Yok siyasal islam 12 eylül’ün çocuğuymuş da, kendi babasına kıyamazmış o yüzden de bu hesaplaşma fasonmuş da… Bütün tarih okumaları bir noktada haklılık barındırır. Hepsinin nereden baktığına bağlı olarak tutacak en azından bir sağlam tarafı vardır. Ama bazı tanımlar öze dairdir ve fazlasına ihtiyaç olmaz….
Derken bu faşistler bir değil katmer katmer fazlasını göstermekten çekinmediler. Referandumun ardından geçen 3 ay içinde demokrasi adına ne olamayacaksa burada, Türkiye’de oldu.
Demokrasi ve özgürlük neferleri 19 yaşında bir kadının protestocu olmasına tahammül edememişlerdi. Fakat o da neydi, bu kadın üstelik bekar ve hamileydi. E artık katli vacipti.
Bu faşizmin bizzat öznesi olanlara, ve bu özneleri düşünsel olarak sorgusuz sualsiz destekleyenlere diyecek bir şey yok. Onlar içinde insanlıktan hala çıkmamış olanlar varsa zaten rahat uyuyamayacaklardır. İnsanlıkla ilgisi kalmamış olanlara kelam edeceğime ise kediye köpeğe ederim daha iyi. Ama asıl söz bu oyuna gelenlere söylenmeli. Yetmez ama evet demişlerdi. Yetti mi acaba şimdi?
Kolluk kuvvetlerince öldürülen her çocuğun kanı sizin de elinize bulaştı. Parsel parsel satılan yok edilen doğa harikalarının, tarihi eserlerin ve yer altı kaynaklarının, yok pahasına özelleştirilen kamu kuruluşlarının ve kamuya ait taşınmazların pazarlama kampanyasında en önde sizler oldunuz. Bırakın artık Hrant’a ve öldürülen diğer birçok aydına gözyaşı dökmeyi, çünkü sizin sıktığınız kurşunlar öldürdü onları. Hamile karnı tekmelenen kadının ölü rahminin üzerinde sizin de ayak izleriniz var.
Yetti mi şimdi?

10/13/2010

Denge

O değil de, hayatta denge çok önemli bence sevgili okuyucu. Dengesiz dengesiz yazılar yazıyoruz, biliyorum ama inan bana sevgili okuyucu hepimiz burada elimizden geldiğince dengeli insanlar olmaya çalışıyoruz. Yani bana sorarsan ben gayet dengeli, tutarlı bir insanım. Kendi kendime de yetebiliyorum ama bu ayrı bir yazının konusu. Konuyu dağıtmaya çalışarak nereye varmaya çalışıyorum? Yoksa bende benden bir tane daha mı var? Olması lazım. Herkes en az iki kişilikli olmalı bence. Neden mi? Tek kişilik denge mi olur lan, sinirlendirmeyin adamı. Terazinin öteki kefesine koyacak bişi bişi olmalı bence insanın içinde.

Halbuki toplumumuz çift kişilikli olanlara dengesiz diyor. Diyalektikten haberi yok tabi sokaktaki insanın. Cahil tabi. Gidip konuşmaya çalışsan iki satır diyalog çıkmaz adamdan. Senaryo yazacak olsan yazamazsın. Elektrik alman lazım tabi adamdan önce. O elektrik yoksa olmaz hafız. Sevemiyorum ben sokaktaki adamı okuyucu kanka.

Fakat yine de, her ne kadar diyalogdan, diyalektikten ve elektrikten anlamıyor olsa da, seviyorum ben sokaktaki vatandaşı. Onu böyle davranmaya iten şey düzen bence. Düzeni değiştirirsek herşey çok güzel olacak. Böyle de dengesizim işte.

Öpüyorum seni okuyucu.

Yine gel, yalnız bırakma bizi.

7/03/2010

Dünya Malı

O değil de, "Dünya malı dünyada kalır" lafı doğru olsaydı benim ölümsüz olmam gerekmez miydi sevgili okuyucu? Sorarım sana.

Mal insan Aleksi olarak sana hayatın boyunca başarılar diliyorum okuyucu. El öpenlerin çok olsun. Amil.

7/01/2010

hmmmmis

o değil de
benim evim artık gül kokar.

6/20/2010

gizli gizli

O değil de
Bir ağırlık var bedende ne cisim ne heyula
Gönül dağı demiş eskinin biri
dört tarafı eteklerle çevrili
Devrildi mi bir kere masalar
Etekten zirveye çevrildi mi kafalar
bu tırmanışın sonu hayrola
Zirveye varan beşere kendi suretini görmek nasip ola
Ağırlık o surette
işarettir bazen aydınlığa
Bazıysa yaşa başa bakmaz
yaş akar eteklerden
en yakın kasabaya
dağın altını oya oya

6/12/2010

Güven

O değil de, yıllar önce (oha, yıllar olmuş hakkaten) üniversite son sınıftayken iktisat okumamdan mütevellit "iktisadi düşünce tarihi" dersi alırken pek sevgili kurumsal iktisatçı profesörümüz toplumdaki en büyük kurumlardan birinin "güven" olduğunu söylemişti. Hatta hayatımızın bu güven etrafında şekillendiğini, güven olmayınca toplumda bir çok küçük işlemin çok zahmetli bir hal alacağını vs. anlatıyordu. O zamanlar pek anlamamıştım. Güven denilince aklıma ben küçükken mahalle maçlarında beraber futbol oynadığımız ve bir keresinde bana penaltıdan gol atamadığı için (en sıkıcı pozisyon olduğu için beni hep kaleci yapıyorlardı) üzerime yürüyen çocuk geliyordu zira. Nasıl olur da bütün hayatımız bu salak çocuk üzerine kurulu olabilirdi ki? Tamam, evet, güven biraz öküz sayılabilirdi, ama yine de bu dünyayı boynuzlarında taşıdığı anlamına gelmiyordu.

Ben işte o sıralarda Güven'i tamamen hayatımdan silmeye başladım. Hayatımda artık Güven'e yer yoktu. Heyhat. Ama ne zaman ki iki satır yazı okudum, profesörün orada bahsettiği güvenin aslında Güven olmadığını anladım, hayatım değişti. Meğer hoca "trust" diyormuş, "reciprocity" diyormuş. İki insanın karşılıklı birbirine güvenmesinden bahsediyormuş koskoca profesör. İşte o yıllarda vazgeçtim çocuk olmaktan ve otlu peynir kokusuydu... ehem, ne diyorduk. Koskoca profesörden iyi mi bileceğiz. Güven önemli birşey işte. 

Ama yine de hafız, ben güvenmem kimseye öyle kolay kolay; kendimden, bu blogdaki diğer yazarlardan ve  bir de bu satırları okuyan senden başka.

Öptüm

References: 
Polanyi, Karl; 1944, The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time

zehir ve ahir meselesi.

O değil de panşehir diye bir lakırdı duydum ismi lazım değil yerli dizinin birinde. Ne güzel yazmış senarist. Panşehir lazım insana gerçekten. Çünkü şehir biraz da zehir. Ama öldürmüyor. Değişik kafası var şehrin. Uyuşturucu da diil de tam. Hay koyamadım adını. Neyse ne. Bu şehir düşük dozlarda giriyor insan evladının bünyesine. Ucuydu kenarıydı, periferiydi çöküntü alanıydı derken bi bakmışın CENTRUM 1km. Sonra bir girdin mi çık çıkabilirsen.
Misal ben şehir insanı olmuşum. Olmuşum dediğime bakmayın yeni fark etmiş değilim bunu. Yıllar oldu hakikat bilince vuralı. Lakin bu süreç işi olduğundan öyle dedim. In the course of growing up in the city ben bir şehir insanı olmuşum. Şimdi ben üç-beş büyüklerden uzakta yetişmiş hayırlı bir evladım aslında. Beni ergenliğin daha reklamlarını izlerken almış büyüklerden birine koymuşlar öğrenci biletiynen. Patlamış mısır, alaska frigo falan derken zaman geçmiş. Antrakt olmuş, üşenmişim, oturuşum yerimde. Yalnız arada dizlerimi oynatmışım insanlar geçsin diye. Halbuki çık bir, küçüğünü yap, ihtiyacını gider.... Yok. İhtiyaç bu demişim, gelir gider. Sonra ergenlik denen uzun metrajın daha jeneriği bitmeden hoop başka bi büyüğe. Ama bu sefer büyük boy patlamış mısır ile. Festivalin en iyi filmi bu demişim, oturmuşum ortalardan iyi gören bir yere. Bilet yine öğrenci. Filmi, yine ismi lazım değil, karşı komşudan bir yönetmen çekmiş meğersem. Baya uzun film. Çıkınca saate bir bakmışım. ooo çok geç olmuş. Orta yaşa bir kaç yaş tahta kalmış. Sıradaki film ise o saatte haliyle alakacaranlık kuşağından nadide bir eser. Girmesem biletim yanar üzülürüm. Ne de olsa son öğrenci biletim bu. Girsem çıkışta kabuslar beni bekler, dört dönerim yatağımda. Zaten patlamış mısırla mideye temel atıp betonu döktüm. Kesin dötüm açık yatarım zaten. Sivrisinekler, komşulardan gelen sıcak hava dalgası falan da cabası.
Şimdi bu şehir denen mefhum işte böyle bir zehirdir halülü malülü. Festival gibi yapar insanın hayatını. İnsanı bağımlı yapar, kışları ağır ve kasvetli, yazları terli ve alkollü yapar. E sonuç?
Ahirin olur şehir. Ah çekersin son demde.
Anladınız siz onu. O yüzden arada sırada panşehir lazım arkadaş. Ben çayın, fındığın torunu, kıl çadırın ve ağrı dağının evladıyım. Van gölü canavarı yakinimdir. Bir hukuğumuz var sonuçta.
Şimdi ben diyorum ki girmeyeyim bu son filme. Yakayım son öğrenci biletimi. Eve gidip erken yatayım. Sabah da erken kalkar, bavulumu alır yola koyulurum. Eş, dost, akrabayı ziyarete çıkarım. Olmaz mı ki? Ha. Deyin hele.

6/09/2010

kor

O diil de hayat şaşırtıcı olduğu kadar da zor be Aleksi bey.
Kolay sorulardan başlayayım, yaptıkça motivasyon gelir, moralli devam ederim zor sorulara falan... Hikaye. Yok öyle kolay soru. En kolay sandığın soruyu yanlış yapıyorsun sonra. Meğer şaşırtmacalı soruymuş o. Bütün sorular zor Aleksi bey. Boktan seçmeli, çile doldurmalı...Hepsi zor.

6/07/2010

Özleme ediminin bilince bağlı formları üzerine

Ya o değil de özlemek diye bir şey var. Bir konsept olarak özlemek ikiye ayrılıyormuş, geçen gün bunu öğrendim. İlginç bence. O yüzden yazıyorum. Yoksa niye paylaşmak isteyeyim. İlginç. Şöyle ayrılıyormuş efendim bu özlemek; birincisi bildiğin, düz özlemek. Gözünde tütmek mi dersiniz artık, veremlere mi bağlarsınız mevzuyu, yoksa bağra, döşe daş mı basarsınız orası size kalmış. Bir yerden sonra bağıl bir durum neticede. Tarz meselesi; herkes durduğu yerde özler ama bir başka. Her kişinin özleyişi biriciktir arkadaş, başkasınınkine benzemez. Ortak nokta bunun, bilince aksi düşmüş bir hal oluşudur. Özleyen kişi özlemekte olduğunun ve özlediği nesnenin/öznenin ne/kim olduğunun farkındadır. Düz özlemek işte ya. Cümle içinde kullanacak olursak, “Dayımı özledim.” ....bakiyim..... oldu gibi. İşte böyle bir şey.

İkincisi ise, "görünce özlediğini anlamak" şeklinde komplikasyonlara neden olan gizli özleme. Şimdi bu ikincisi biraz tırt gibi geliyor olabilir kulağa. Gerçekten de var bir mallık. Ama insanı düşündürtmüyor da değil. Birinci kategori üzerine düşündürüyor insanı. 

Genelde gizli özleme yalan bulunur. ‘yürü git.’ ‘hadi ordan!!’ falan gibi tepkiler verilir bu duruma. Ama sakin olup düşünmek lazım. Keskin sirke, salatayı bozar. Böyle yamuş yumuş büzüşür sebzeler; aşırı plazmolizden erken yaşlanma meydana gelir. Sonra gel de ye o salatayı. Yenmez. Dök çöpe gitsin mundar oldu artık o. 

Sakin olacaksın ki salatan böyle canlı kalsın, her renk kendini muhafaza ettiği gibi bütünlüğe de hizmet etsin. Domates domatesliğini, marul yeşilliğini, kıvırcıklığını bilsin. Kendine soracaksın arkadaş. ‘Aay seni çok özlemişim.’ diyerek boynuna atılmaya yeltenen bu densize ‘YALAN!!!’ diye yakarıp tokadı patlatmak yerine, önce kendini masaya yatırcaksın. ‘Yahu’ diceksin, ‘ben, aha bunun gittiğinin ertesi gününden beri özledim diye parmak eskitmeye başladım.’ diceksin. Sonra hatırlayacaksın arkadaş. Özlerken yaptıklarını tek tek düşüneceksin. Okadarözledimki’ler, şöyleydi böyleydi diye özleme tasvirleri, giderek artan ve söyleyen-dinleyen, yazan-okuyan kimsenin anlamadığı bir soyutluk, öyle bir romantizm kolpası yani, dırdır bırbır falan fiskos, vs. Şimdi ise kudura kudura özlediğimi iddia ettiğim bu pek muhtereme naralar eşliğinde tokat atmak üzereyim la ben, diceksin. Bu muymuş arkadaş olayın? Sor bunu kendine. Çünkü özeleştiri candır. Vereceksin özeleştiriyi. Böyle mi özlüyor muşum ulan ben? diye soracaksın kendine.

Yaptın mı bunu? Sonra yine tokadı at istiyorsan.

Dur! Atma hemen. Bir de karşındakinin yüzüne bak. Tokadı atacağın yeri kesmek için değil, görmek için bak arkadaş. O, huzurlu. Yüzünde gerginlikten eser yok. Gözleri kısık, yüzü gülüyor. Çünkü seni gördüğü için sevindirik olmuş garibim. Tamam arkadaş biraz mal, zihin tembeli falan filan... ama üstüne vardırmam ben bu garibin. Bundan sonra ona el uzatan, dil çıkaran, nanik yapan beni bulur karşısında. Baksana garibimin yüzünden akan eblehliğe. Mutlu la işte, seni görmüş sevinmiş, rakım: 3000m. Kim bilir kafasında ne anılar oynaşıyor. Kıyma safıma, atma o tokadı. Aç hele kollarını, sarıl bak neler oluyor. İçin böyle gıcış gıcış kamaşmazsa şerefsizim.

Zaten baktın kamaşma falan yok, o zaman yapıştır tokadı, ses gelsin.

6/05/2010

Yemeziçmez Hasan Efendi

O değil de be sevgili blogger, ne zamandandır aklıma geliyordu da yazmak kısmet olmamıştı, medyanın osuruğunun oluşturduğu yüksek basınç merkezinden kaynaklı Kılıçdaroğlu rüzgarı sakin sakin insanları okşarken benim de aklıma eskilerden duyduğum Yemeziçmez Hasan Efendi efsanesi geldi. Sevgili blogger inanır mısın bak şimdi bunu söylerken aklıma şu da geldi akabinde: Kılıç artığı bir neslin evladı olan Kemal Efendi’nin babası, nasıl bir inkarcılıkla soyadını değiştirip kendini (Munzur’dan akan kanın kaynağı olan) kılıçı elinde tutanların saflarına katabilmiş de bir memurluk koltuğu kapmış (ya da koltuğu iyice kavramak için yapmış da olabilir), helal olsun!!! Mebusun biri :” Bu adamın soyadında darlık var” demişti. Halbuki darlık yok be Suatçığım darlık yok, bu toplumun kültüründe Zübüklük var ve hatta tebdil-i soyadında ferahlık var, inkar var, koltuk var, varoğlu var… Sen darlığı nereden çıkarıyorsun?

Neyse konuyu dağıtmayalım. Günün birinde Karér’de, Gımgım taraflarından gelen ve evliya olduğu söylenen bir zat peyda olmuş. Keramet sahibi bu zat Yemeziçmez Hasan Efendi olarak nam salmıştır. Hasan Efendi, ne yer ne de içer dolayısıyla da tuvalet ihtiyacı da hasıl olmazmış. Yaşadığı yöreyi çevreleyen her dağın zirvesinde bir ermişin mezarı olduğuna inanan Karérliler bir ahir zaman ermişini görmüş olmanın heyacanına kısa zamanda kapılmışlar. Yöre halkında büyük merak uyandıran Hasan Efendi’nin kerametine tanık olmuşlar zira; Hasan Efendi ağzına ne bir lokma yemek sürmekte ne de bir damla su içmekteymiş. Köylüler, Hasan Efendi’nin yaydığı nur evlerine yayılsın diye sıraya girmişlerdir. Kurbanlar kesilir, cem yapılır ,Hasan Efendi’nin pir döşeğinede oturduğu bu cemlerde tanrıya yakarılırmış. Hasan Efendi’nin yaydığı nur ile insanlar kendilerinden geçerlermiş.

Dünya nimetlerine nefsini körelterek sırtını dönmüş olan Hasan Efendi, ruhunu kötülüklerden arındırmış olmakla beraber; vücudunu da pisliklerden arındırma ihtiyacı ile her gün muhakkak boy abdesti alırmış. Bir gün Yemez içmez Hasan Efendi’nin misafir olduğu evin sahibi, Hasan Efendi boy abdesti alırken suyun renginden dolayı Hasan Efendi’nin banyo sırasında tuvalet ihtiyacını giderdiğinden şüphelenir. Bunu duyan birkaç köylü daha Hasan Efendi evlerini şereflendirdiğinde boy abdest aldığı sırada Hasan Efendi’yi gözetler ve Hasan Efendi’nin foyası ortaya çıkar. Yemeziçmez Hasan Efendi, yıkanırken su ihtiyacını karşıladığı gibi tuvalet ihtiyacını da karşılamakta ve pisliğini iyice ezdikten sonra su ile yollamaktaymış. Hasan Efendi’nin nasıl yediği ise tam olarak belli olmamakla beraber, cem sırasında lokmalar dağıtılırken, pir postunda oturan Yemeziçmez Hasan Efendi’nin şah lokmasını verdiği sırada el çabukluğu ile cebine birşeyler attığı ve bunu da bir fırsatını bulup kaşla göz arasında mideye indirdiği rivayet edilmiş. Kimileri ise Hasan Efendi’nin karnını tok tutan haplar ile işi idare ettiğini rivayet etmiş.

Herkesin aklına Gandhi gelirken benim aklıma neden Yemeziçmez Hasan Efendi geldi ki, hayret bir gariplik var öyle değil mi hafız? Hem bak Erdal İnönü de iyidi ama çevresi kötüydü, Erdal İnönü’nün dürüstlüğünden şüphe duyacak kimse yoktur ama İski skandallarını falan da unutmamak lazım. İki şekilde tutarlı olunur ya dürüstlükle ya da kusursuz şekilde yalan söyleyerek. Önce aday değilim deyip sonra bir anda başkan olanları, mecliste Onur Öymen’e şakşakçılık yapıp sonra Dersim’de Öymen gerekeni yapmalı deyip sonra tekrar Ankara’ya döndüğünde lafı kıvırtan tutarsızları da başımıza dürüstlük abidesi diye dikip Gandhi yaptınız ya helal olsun!

Peşin olarak şunu da eklemek lazım: durun lan vurmayın!!! Recep Bey'i ben de sevmiyorum.

6/03/2010

Şaşkın

O değil de, şu yaşımıza geldik, o kadar şey okuduk, bir sürü şey gördük ama hala daha şaşırdığımız şeyler olup bitiyor dünyada. Ne biçim dünyaya doğmuşuz lan. Şaşkın ördek yavruları gibiyiz her daim.

Uzaylıların hayatları kimbilir ne rahattır şimdi. Özendim valla billa.

6/01/2010

demli

Karamuk çay ocağı candı.
hey gidi kentli orta,
senin tarzın uğruna
ne ocaklar söndü.
ve defterler kapandı...

5/26/2010

Nası

Vay arkadaş. Şaşmadan edemiyorum bazen.
Didimdeki Apollo Tapınağı’nın sur duvarını yıkmışlar. Ne için? Tükkan açıcaz diye. Bu ne saçma iştir arkadaş. Hayır şimdi biz de tükkan açıcaz mesela. Ama naapıyoruz, kiralık emlak bakıyoruz, parayı nerden bulcaz diye düşünüyoruz, tükkanın konsepti ne olsun diye düşünüyoruz (aslında “ne tükkanı olsun la bu?” diye soruyoruz birbirimize. Konsept dediğime bakmayın siz.) falandır gibidir vs.. Hacı Mimi Külhani Camii’nin minberine darbeli matkapla dalıyo muyuz? Ya da ne bileyim, Galata Kulesi’ne kat çıkıyo muyuz en kaçağından? Yok tabi ki. (ha bizde hiç aksiyon yok o ayrı, biz sade konuşuyoruz, hayal ediyoruz, paraya para demiyoruz, sonra mutlu mutlu uyuyoruz. Hem de osura osura). Yapılmaz böyle şeyler. Öküz müsün arkadaş? Apollo lan. Tarnı olum bu. Adam gelmiş kaç bin yıl önce, tapındığı, sevdiği, korkup üç buçuk attığı, saygıda kusur etmediği, varlığını armağan ettiği tanrısına tapınak yapmış. Kim bilir ne tapınmıştır orada. Sen git dozerle duvara gir. Ondan sonra varlığımızı bi yerlere armağan ederiz, oldu canım. Ne anladım ben bu işten. Sen oraya balyozla dal gözlemeci aç (gözleme açan teyze de koy önüne), sen arkadaş git dolmaçeye denize bakan tarafa disco yap, varalım gidelim efesteki kütüphaneyi pay edip hisar üstünde öğrencilere satalım parça parça. Var mı lan öyle?
Noluyo la?